Filistin topraklarındaki Arap isyanının alevlenmesi, Londra için sıkıntılı bir durum yaratmaya başlar. Tüm bunlara, Avrupa’daki savaş çanları da eklenince İngiltere kendini Araplarla Yahudiler arasında zor bir durumda bulur…
Arap isyanı Londra’ya o denli sıkıntılı anlar yaşatır, Filistin’deki yönetim bunu bastırmakta o denli beceriksiz davranır ki, sonunda Kasım 1938 başlarında İngiltere bölgeye General Bernard Montgomery’yi gönderir. Askerin ayak sesleri uzun zamandan beri buralarda duyulmamıştır... Onların ve özelde generalin bakış açısı şüphesiz çok daha değişik olacak, sorunun pragmatik bir şekilde çözülmesi bu süreç içinde hiçbir taviz verilmemesine dayanacaktır. Nitekim işe el atar atmaz Montgomery sivil idareyi ve polis teşkilatını ağır bir şekilde suçlayacak, “Onların bir an evvel eve gönderilmeleri” gerektiğini raporuna not olarak düşecektir. Son tahlilde, karşı karşıya olunan resmen bir savaştır. İsyancılar - Hitler gençliğinden esinlenmiş - üniformalar giymektedirler. Sivil yönetimin “isyanın ulusal karakteri” konusundaki görüşlerine katılmak, bu aşamada mümkün değildir. Tespite göre, bunlar adeta profesyonel bir haydut çetesi gibi davranmakta, anarşinin en alasını yaratmakta, hayatı çekilmez kılmaktadırlar. Nitekim Arap halkının önemli bir kısmı da çatışmalardan yılmış durumdadır.
“İlginç bir savaş bu… Düşmanı neredeyse hiç görmüyorsunuz, ancak her dakika öldürülme veya havaya uçurulma riski ile yaşıyorsunuz…” Bu değerlendirmesi, Monti’yi son derece yalın bir noktaya götürecektir. İsyancılar nasıl etkisiz hale getirilebilir? Cevaben verilen emir kısa ve özdür: “Öldürün onları…”
Montgomery, işini profesyonelce yapan iyi bir askerdi. Sonuca en kısa yoldan gitmenin çarelerini aramak gibi bir karakteri vardı. Dolayısı ile Filistin’deki sorunların detayları ile uğraşmak onun işi değildi. Sivillerin bunu yapmış olmaları gerekirdi. İki toplum arasındaki uyumun oluşması ve hayatın yeniden yaşanabilir hale gelmesi için yeterli tavizleri vermişlerdi. Şimdi gelinen noktada geri adım atmak kesinlikle yanlış olurdu.
Suların durulması için Araplar terör eylemlerinde tutuklananların serbest bırakılmasını istiyorlardı. Montgomery’ye göre bu talebin kesin bir dille ret edilmesi gerekiyordu. İrlanda’da Sinn Fein’e karşı 1920 – 21 yıllarında böylesi bir hataya düşülmüş, sonra acı dolu bir sürece girilmişti. Barışın tekrardan oluşması çok cana mal olmuştu. Benzer bir hataya yer yoktu.
Filistin’in İrlanda’ya benzetilmesi o dönemde özellikle askeri çevrelerde ve güvenlik güçleri arasında çok yaygındı. Neticede, bunların çoğu bu topraklara gelmeden önce İrlanda’da hizmet vermişlerdi. İrlanda onlar için terör ve başarısızlıkla eş anlamlıydı.
David Ben Gurion böylesi bir benzetmeye her zaman karşı çıkmıştı. Filistin’de yaşanan Arap Yahudi çatışmalarının İrlanda ile yakından uzaktan ilgisi yoktu. Filistin’in, İrlanda ile birlikte anılması ve terör, anarşi ile eş tutulması, burada Yahudi ulusal yuvası kurulmasına engel teşkil edecek bir durum oluşturabilirdi. Yahudi liderlerini tedirgin eden buydu! Gelin görün ki, Arap terörü işin içinden çıkılmaz bir hal almıştı.
“Hatırlıyorum bunları birkaç sene evvel öngörmüştünüz…” diye yazıyordu, bir önceki Genel Vali John Chancellor’ın bir arkadaşı, kendisine gönderdiği mektubunda. “‘Sömürgeler Bakanlığı Filistin’deki politikasını değiştirmezse, kucağımızda yeni bir İrlanda bulacağız,’ demiştiniz… Zaten elimizde bir tane vardı. Şimdi eskisinden çok daha zorlu bir ikincisi ile karşı karşıyayız. Bundan böyle her ikisi ile de başa çıkmak zorundayız. Aslında burada hiç iktidar olmayı başaramadık: ne Yahudileri yönetebildik, ne de Arapları…”
Bazılarına göre Yahudiler, İrlanda’nın Protestanlarıydılar. Ancak bunlar Arapları bir türlü konumlandıramıyorlardı. Müftü’nün gücü neydi? Onu bir Gandi ile veya bir Michael Collins ile karşılaştırmak mümkün müydü? “Müftüyü yaratan Arap hareketidir. Müftü Arap hareketini yaratmamıştır…” diye yazıyor bölgede çalışan yüksek dereceli bir yetkili anılarında. “Onda ne Gandi’deki ne de Collins’teki liderlik nitelikleri var.”
Halil El Sakakini içinse Arapların bölgede tutunması için iki yol var. Onlar ya büyük bir savaşa – bir cihada – angaje olacaklar ya da tıpkı İrlanda’da olduğu gibi, izole edilmiş küçük hücreler halinde terör hareketleri ile seslerini duyuracaklardır. Benzer duygular Yahudi milliyetçileri arasında yeşermektedir. Arap terörüne karşın yişuv’da giderek artan bir sabırsızlık vardır. Çıkan çatlak sesler bağımsızlığın derhal ilan edilmesini talep etmektedir. Oysa çok değil, sadece iki sene kadar önce, Moşe Şertok, İngiliz manda idaresini Filistin’in vazgeçilmez bir elemanı olarak gördüğünü ilan ediyor, Ben Gurion da mandadan hiçbir şekilde geri adım atılmaması gerektiğini ifade ediyordu. Köprünün altından çok su geçmişti.
BEN GURİON GANDİ OLABİLİR Mİ?
Kimileri de Filistin’deki durumu Hindistan’dakine benzetiyordu. Hatta Ben Gurion’un her an Gandi gibi İngilizlere dirsek çevirebileceğini iddia edenler bile vardı. Yahudi yönetimin bu anlamda Gandi’nin desteğini kazanmak için çok uğraş verdiğinin altını çizmekte fayda var. Gerçekte Gandi, Nazi zulmü ile karşı karşıya kalan Yahudilere sempati ile bakmıyor değildi ama bu Yahudi liderlerinin önerdikleri programı desteklediği anlamına gelmiyor, Araplarla olan sorunlarını İngilizlerin gücünü kullanarak çözme isteklerine anlam veremiyordu. Arap terörüne ise kısıtlı bir anlayışla yaklaşıyordu. Ona göre, Araplar Yahudileri Ölü Deniz’e dek sürseler bile, onlarla çatışmaya girmemeliydiler. Sonuçta dünya kamuoyunun Yahudilere duyacağı sempati durumlarını kurtaracaktı. Ben Gurion’un Hindistan hakkındaki yorumu ise kendisini kesin şekilde bağlamaktan çok uzaktı. Neticede, Britanya’ya karşı duran Gandi’nin Balfur Deklarasyonu kaynaklı bir programa destek vermesi beklenemezdi. Aynı şekilde, Britanya’yı mandanın vazgeçilmezi olarak gören Ben Gurion da Hindistan’ın bağımsızlığına destek veremiyordu.
AVRUPA’DA SAVAŞ TAMTAMLARI
İngilizler Arap İsyanını bastırmak için çalışa dursunlar, Avrupa’da savaş tamtamları iyiden iyiye çalmaya başlamıştı. Ortadoğu’daki İngiliz yetkililer Londra’yı mesaj yağmuruna tutuyorlardı. Olası bir savaşta Arapların davranışlarının bölgede belirleyici olacağı kesindi. Amman’daki bir yetkiliye göre, Araplar, Avrupa’da Londra’nın bir açmaza düşmesini kollayacaklar ve hemen ertesinde azımsanmayacak sorunlar yaratacaklardı. Dolayısı ile onlara ivedi bir şekilde özgürlük tanımak iyi bir fikir olabilirdi. “Bu aramızdaki ilişkilerin dostane gelişmesini sağlayacaktır. Burada bize karşı hareket ediyor olsalar da olası savaşta en azından sessiz kalacaklardır…” diye yazar aynı kişi. Başka bir görüş de İngilizlerin Nazi Almanya’sından kaçan Yahudilere bu denli hoşgörülü olmaması gerektiğine vurgu yapıyordu. Acaba Filistin’e Yahudi göçünü kısıtlamak, askıya almak ya da tamamen yasaklamak böylesi zor bir döneme girerken, iyi olmaz mıydı? Zaten Yahudilerin Avrupa’daki gücü de Naziler karşısında erimiş, bunla eş zamanlı Ortadoğu’da Arapların önemi artmaya başlamıştı.
İngilizlerin kafası iyiden iyiye karışmıştı. Yahudiler Nazizm’in artan baskısı karşısında İngiltere’den ‘Ulusal Yuva’nın bir an önce oluşturulması ve bu konuda daha ciddi adımlar atılması konusunda ısrarcı olabilirlerdi. Gerçi, Londra’da iş başındaki hükümet Yahudi taleplerinde gitgide duyarsız bir siyaset izlemekteydi.
Almanya’nın Avrupa’daki adımları tedirginlik yaratmaktaydı. Britanya gitgide kendini köşeye sıkışmış hissetmekteydi. Böylesi bir ortamda bir de Filistin’deki itiş kakış ile uğraşmak ne kadar doğru olurdu? Durumu Başbakan Neville Chamberlein çok güzel özetliyordu: “Eğer Filistin’de bir tarafı karşımıza almamız gerekirse, bu Yahudiler olmalıdır, Araplar değil. Irak’ı, Mısır’ı ve Filistin’i Avrupa’da olası bir savaş esnasında kontrol altında tutmak, Araplar ile iyi ilişkiler içinde olmayı gerektirir. Unutmamak gerekir ki böylesi bir savaşta, Yahudilerin İngilizler ile hareket etmekten başka bir seçenekleri yok. Oysa Araplar pekâlâ Almanlar ile işbirliğine girebilirler ve bize karşı ciddi bir cephe oluşturabilirler...”
Tarih Şubat 1939:
İngilizler Filistin politikalarındaki bu dönüşü ilan etmeden önce Araplarla Yahudileri St. James Sarayında bir toplantıya çağırırlar. Bu konferans tarafları ikna etmek, onlara alınan kararları tebliğ etmek için toplanmamıştı. Bu konferans taraflar arasında bir anlaşma sağlamak için de toplanmamıştı. İngilizlerin yapmak istedikleri yalnızca, Arap ve Yahudilere oyunu hâlâ ‘fair play’ kuralları ile oynadıklarını göstermekti, ancak hesapları tutmadı.
Başbakan Neville Chamberlain, Dışişleri Bakanı Lord Halifax, Sömürgeler Bakanı MacDonald, diğer ilgili bakanlar, parlamento temsilcileri, müsteşarlar… İngilizler toplantıya aşırı bir ilgi göstermişlerdi. Zaten sarayın ihtişamı da bunun bir kanıtıydı.
Toplantılar, saraya değişik kapılardan giren heyetlerle ayrı ayrı yürütülüyordu. Arap delegasyonunda hem Arap devletlerinin hem de Filistin’deki Arap halkının Seyşel Adalarına sürgüne gönderilmiş temsilcileri vardı. Arapların, Müftü tarafından temsil edilmesi istekleri İngilizler tarafından reddedilmişti. Oysa Ben Gurion’a göre böylesi bir temsil Yahudilerin elini güçlendirecekti. Doğrudan terör ile ilişki içinde olduğu İngilizler tarafından bilinen birine karşı argümanlar öne sürmek, bunu içinde ılımların da bulunduğu bir heyete karşı yapmaktan çok daha kolay olacaktı.
Arap Delegasyonu Başkanı Cemal El-Hüseyni’ydi. Heyette Musa Alami ve George Antonius gibi İngilizlerle iyi ilişkiler içinde olan Filistin’deki Arap toplumunun etkin isimleri vardı. “Araplar kazanmışlardı…” diye yazıyor Ben Gurion anılarında: “Hem terör uyguluyorlardı, hem de böylesi bir toplantıya davet ediliyorlardı…”
Yahudi heyeti ise Haim Weizmann başkanlığında 20 kişilik bir gruptu. Aralarında David Ben Gurion, Yitzhak Ben-Zvi, Moşe Şertok gibi isimler vardı. Toplantı öncesi, gündem ve yöntem hakkında birçok girişimlerde bulunmuşlar ve konunun hangi doğrultuda tartışılması gerektiği noktasında fikir ve görüşlerini İngilizlerle paylaşmışlardı.
Toplantı, siyasi bilimler, diplomasi eğitimi ve müzakere süreci konusunda son derece zengin deneyimleri içerecektir. Kâh Araplar kâh Yahudiler toplantı süresince derin tarihi kanıtlar öne sürme gayret ve telaşı ile Filistin’in kendilerine ait olduğunu ispat etmeye çalışırlar.
Araplar, halen o güne dek kamuoyunun bilgisine açılmamış ve aralarında Mac Mahon’un mektuplarının da bulunduğu belgeleri öne sürerler ve bunların en kısa zamanda açıklanmasını isterler. İngilizler ilk önce buna karşı büyük bir direnç gösterseler de, sonra bu baskıya boyun eğeceklerdir. Gerçi mektup ve belgeler Filistin’in bölgede kurulacak Arap Devleti sınırları içinde yer alacağını teyit etmiyordu, ancak İngilizlerin bu konuda bazı angajmanlara girdiklerini gösteriyordu ki, bu Arapları teknik olarak bir adım öne çıkarıyordu.
Araplar Yahudi göçünün durdurulmasını ve bu konuda kendilerine savaş sonrasında da tam kontrol verilmesini istiyorlardı. Ondan öte, kendilerine oluşturulacak devlet içinde -demokratik teamüller içinde kalmak kaydı ile - çoğunluk rolü verilmesini, İngilizlerin bölgeyi hemen terk etmemelerini de talep ediyorlardı.
Neticede konferansta Yahudilere çok da rol düşmemişti. Onların talepleri zaten biliniyordu. Bu toplantı sanki İngilizlerin Arapları ikna etmeleri, onlardan tavizler koparmaları için yapılmıştı. Yahudi heyeti, görüşmeler boyunca MacDonald’ın bu konuda yaptığı müzakereleri izlemişti. Chamberlain, Yahudilere talepleri konusunda samimi olduğunun altını çizerken, babasının seneler önce Herzl ile olan görüşmelerini, Uganda Projesi kapsamında Yahudilere yaptığı önerileri dile getirmişti. Kimse bu samimiyetten kuşku duymuyordu, ancak Başbakan’ın kendi hükümet toplantılarının hiçbirinde konuyu Yahudiler lehine işlediğini söylemek de mümkün değildi.
Zaten savaşın hemen eşiğinde, Mayıs 1939’da yayınlanan Beyaz Kitap, İngilizlerin Filistin için düşündüklerini ortaya koyacaktır. St. James toplantısının ardından yapılan birçok değerlendirmenin sonucu oluşan bu metinde Büyük Britanya İmparatorluğu on sene içinde Filistin’den çekileceğini ve burada iki uluslu bir devletin kurulacağını ilan eder.