Tiyatro Festivali III Toneelhuis Antwerp & Toneegroup Amsterdam
“Kimseyi öldürmem” diyemezsiniz. Ancak “Umarım kimseyi öldürmek zorunda kalmam” diyebilirsiniz.
20. İstanbul Tiyatro Festivali’nin en çok merak edilen oyunlarından, deSingel, Le Phénix, Scène nationale de Valenciennes, Maison de la Culture d’Amiens, Istanbul Theatre Festival, Festival Temporada Alta, Festival RomaEuropa ortak yapımı, Toneelhuis Antwerp yöneticisi Guy Cassiers’nin kendi topluluğu ve Toneegroup Amsterdam ile birlikte sahneye koyduğu ‘Les Bienveillantes’ İstanbul seyircisiyle 6, 7 ve 8 Mayıs tarihlerinde UNIQ Hall’de buluştu.
Hakkındaki söylentiler kendisinden çok önce bizlere ulaşmış olan bu oyun için sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Les Bienveillantes, yazın sanatı ile görsel sanatların büyük başarı ile buluştuğu müthiş etkileyici bir tiyatro olayı.
Önce, bu benzersiz performansı borçlu olduğumuz ekibe bir bakalım.
Romanı Yazan Jonathan Littell, Yaratıcı Ekip - Uyarlama Guy Cassiers, Erwin Jans; Dramaturji Erwin Jans; Yönetmen Guy Cassiers. Teknik Ekip - Kostüm ve Sahne Tasarımı Tim Van Steenbergen; Video Tasarımı Frederik Jassogne; Ses Tasarımı Diederik de Cock, Işık Danışmanı Bas Devos. Oynayanlar Katelijne Damen, Aus Greidanus Jr, Hans Kesting, Alwin Pulinckx, Bart Slegers, Johan Van Assche, Jip van den Dool, Victor Van Gorp, Vincent Van Sande.
Yazar yönetmen Cassiers, tiyatroda alışılmadık bir iş yapıyor ve roman olarak yazılmış metinlerin teatral karşılıklarını araştırıyor. Bu bağlamda Les Bienveillantes’dan önce, Musil’i ve Proust’u sahneye uyarlamış. Bu kez ABD ve Fransa vatandaşı Jonathan Littell’ın Fransızca yazdığı, II.Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımını anlatan 1000 sayfalık romanının tiyatro uyarlamasıyla karşımızda.
1967’de New York’ta doğan Littell, 19.yüzyılda Rusya’dan göç etmiş Yahudi bir ailenin çocuğu. Çocukluğu ve ilk gençliği boyunca ABD ile Fransa arasında gidip gelmiş. Yahudi kıyımı üzerine roman yazma nedeni sorulduğunda, 1989’da, Sovyet partizanı Zoya Kosmodemyanskaya’nın Naziler tarafından asılmasını belgeleyen bir fotoğrafı gördüğünde müthiş etkilendiğini, 1991’de Claude Lanzmann’ın ünlü soykırım belgeseli Shoah’yı izledikten, bu konuda epey kitap okuduktan sonra böyle bir karara vardığını söylemiş. Sanırım kararında, Açlık Karşıtı Eylem adlı insanî yardım kuruluşunda çalışırken Bosna-Hersek ve Çeçenistan’da başka soykırımları gözlemlemiş olmasının da etkisi var.
Littell, 2001 başlarında işini bırakarak romanına odaklanmaya karar vermiş. 18 ay boyunca Nazi Almanya’sı konusunda 200’ün üzerinde kitap ve belge okuduktan, bir süre Ukrayna, Kafkasya, Stalingrad, Polonya’da Lublin ve Krakov’da Soykırımın izlerini araştırdıktan sonra kitabını yazmaya başlamış.
İlk kez 2006’da yayınlanan Les Bienveillantes, aynı yıl Fransız Akademisi ve Goncourt Ödüllerini kazanmış. Yayınlandığında tartışmalara yol açan, kimi eleştirmenler tarafından göklere çıkarılırken, kimileri tarafından yerden yere vurulan, kötü yazılmış, revizyonist, düzmece, çığırtkan olarak nitelenen roman, günümüz Fransız edebiyatında Shoah konusunda yazılmış en güçlü eser olarak görülmekte.
Les Bienveillantes, Soykırımı kurmaca bir karakterin, Einsatzgruppen’e mensup SS subayı Maximilian Aue’nin gözünden anlatıyor. Sözlük karşılığı Müdahale Grubu olan Des Einsatzgruppen’in masum görünüşlü bir adı var ama grubun elemanları kesinlikle masum değiller: Onlar, insanlık tarihinin en büyük kitlesel katliamını gerçekleştirmiş olan ‘gezici katliam komandoları’. Max, birkaç dil bilen, eğitimli, kültürlü bir adam. Paranoyak bir Yahudi düşmanı değil; sadece, inanmış bir Nazi olarak, Führer’inin kendisine vermiş olduğu görevi, iyinin ve kötünün ötesinde yapması gerektiğini düşünüyor. Yazar, okuyucuyu, sadece görevini yaptığını söyleyen ve bu görevi nasıl yerine getirdiğini sakin sakin anlatan Max’ın düşünüş biçiminin içine sokarak, onunla huzursuz edici bir empati kurmasını sağlıyor. Arada bir, belki de psikosomatik kusma ve ishal krizleri geçirse de, Einsatzgruppen elemanı olarak yaptıklarını, pişmanlık duymaksızın, her birinin insanlık suçu olduğunun farkında değilmiş gibi anlatıyor. Zaten kimi zaman katliamlara katılmış da olsa, aslî görevi resmi makamlara rapor vermek olduğundan kendini gözlemci olarak görüyor.
Kitabın adı Eşkilos’un Orestia üçlemesinin, anne ya da baba katillerine işkence eden intikamcı tanrıçalar Erinyelerin, yatışarak iyiliksever, merhametli, Eumenidler’e dönüşmesini anlatan son halkası Eumenidler’e gönderme. Tragedyanın bu yeniden yazılışında Max/Orestes’in öz babasını tanımamış oluşu, ikiz kız kardeşiyle olası ensest ilişkisi, hayatını birkaç kez kurtarmış olan arkadaşı Thomas/Pylade’ın varlığı, yeniden evlenen, annesiyle sevgi-nefret ilişkisi, annenin Max evlerinde uyurken kocasıyla cinayete kurban gidişi gibi Yunan Tragedyasını anımsatan ayrıntılar aynen mevcut. Anne ile üvey babanın katlinden Max’ı sorumlu tutarak peşini bırakmayan Polisler/Erinyeler de romanın parçası.
Littell, savaşın sağlıksız ve ürkünç gelişimini kronolojik olarak işleyen hikâyesini, bir Bach süiti gibi, her birinin adını XVIII. yüzyıl müzik ve danslarından aldığı 7 bölümde anlatmış:
1- toccata / önsöz – savaş sonrası Fransa’da yeni bir kimlikle yaşayan Max’ın 25 ilâ 30 yaşları arasındaki anılarını aktaracağını söylemesi;
2- allemande I ve II / Doğu Cephesi, Ukrayna’da Yahudileri (tabanca ile) ilk yok etme çalışmaları;
3- courante / Stalingrad kuşatması, Max’ın yaralanması;
4- sarabande / Berin ve Fransa’da nekahat dönemi, anne ile üvey babanın öldürülüşü;
5- menuet en rondeaux / Max’ın içişlerine atanması, “nihai çözüm” için bilimsel çalışmalar, toplama ve yok etme kampları;
6- air / ikiz kız kardeşle üvey erkek kardeşe düşsel ziyaret (Max’ın cinsel saplantılarının açığa çıktığı bölüm);
7- gigue / Berlin’in düşüşü ve Max’ın sahte kimlikle Fransa’ya kaçışı.
Guy Cassiers, Littell’in romanını Erwin Jans ile birlikte tiyatroya uyarlarken, ciddi bir ayıklama yapmak zorunda kalmış. İkili prensip olarak sadece Nazilere odaklanmayı seçerek, Orestes bağlantısı dahil, Maximilian Aue’nin öz yaşamına ait hiçbir ayrıntıyı oyun metnine almamış. Tek istisna, Max’ın baskı altında tutmaya çalıştığı, Nazi Subayı ve SS olarak devamlı sorun yaratan eşcinsel eğilimleri.
Kronolojik olarak Önsöz ve Doğu Cephesinden sonra kısa bir süre Stalingrad’dan geçerek, romanın da en can alıcı bölümü olan nihai çözüm çalışmalarına odaklanmış. Bu son bölümde karşımıza, takıntılı düzen tutkusu ve en küçük ayrıntıyı titizlikle kaydetmesiyle Adolf Eichmann çıkıyor. Oyundaki bütün kadınları oynayan Katelijne Damen, başarılı bir fiziksel benzerlikle de canlandırdığı Eichmann’a olağanüstü bir yorum getirerek, III.Reich’ın, sadece canavarlar ve sapkınlarla değil, aynı zamanda Nazizm’in etrafında toplu bir deliliğe doğru ilerleyen sıradan insanlarla dolu olduğunu gösteriyor. Damen, düşünme ve muhakeme yetisinin kaybolmasıyla kötülüğün nasıl sıradanlaştığını vurgulayan ünlü kitabı Kötülüğün Sıradanlığı’nda, Yahudi soykırımının mimarı olarak tanınan Eichmann’ın sadist bir canavardan ziyade, normal, hatta korkutucu derecede normal bir insan olduğuna dikkat çeken Hannah Arendt’in iddiasının canlı kanıtı. Ancak, Les Bienveillantes, kötülüğün sıradanlığından çok, sıradan düzgün bir insanda kötücüllüğün oluşup gelişmesinin öyküsü.
Cassiers, tarihin en korkunç insan kıyımlarından birini, celladının ağzından anlatırken, sahnede sadece Naziler olmasına karşın, hiçbir şiddet olayına yer vermemeye özen göstermiş.
Oyunun sonuna doğru Max’ın, kendisini kurtarabilecek belgeleri elinden almak için can dostu Thomas’ı öldürmesi bile son derce stilize bir anlatımla aktarılmış. Hiçbir felâketin sahnede gösterilmediği, ancak bir haberci tarafından anlatıldığı Yunan Tragedyalarındaki haberci rolünü üstlenen Max, bu işlevini antik tiyatronun trajik ve heyecanlı anlatıcısı olarak değil, soğukkanlı ve sakin bir tanık olarak yerine getiriyor.
Bu mesafeli bakış, izleyicinin üç saat boyunca sükûnetle izlenenlerin ürkünç boyutunun bir süre sonra seyircinin farkındalığını bomba gibi patlatmasına sebep oluyor. Cassiers de, oyun sonrası yaptığı uzun ve ilginç ötesi söyleşisinde, işte bu patlamayı amaçladıklarını ifade etti.
Cassiers’in uyarlamasının asıl büyük başarısı, her şeyden önce Les Bienveillantes’ı dört dörtlük bir tiyatro olayına dönüştürmüş olmasında. Üç saati aşkın süresinde aksamayan, sarkmayan, su gibi akan müthiş etkileyici bir gösteri oluşturmuş. Gösteri, görsel, işitsel olarak da çok çarpıcı: Sakin, dingin. kısık sesli bir anlatım, çoğunlukla alacakaranlık bir ortamda, kulaklık ses aygıtlarının aracılığıyla alçak sesle, ancak her sözcüğü izleyiciye ulaştırarak konuşan mükemmel bir oyuncu takımı, oyuncunun dev ekrana yansıyan yüz ifadeleriyle vurgulanan, ve her izleyiciyle bire bir oluşan tekinsiz mahremiyet duygusu, kimi zaman ürkünç gürültülerden oluşan ses efektleri ve çubuklara benzeyen ışık demetleriyle yaratılan benzersiz atmosfer…
Eichmann tarafından büyük titizlikle düzenlenen, yok edilen milyonlarca insana ait bilgilerin muhafaza edildiği sahne fonundaki devasa dolabın kapaklarının, düzensiz olarak, büyük gürültüyle açılıp kapanmasının III. Reich’ın yıkılışının metaforu olarak kullanılışı, başlı başına bir tiyatro olayı.
Daha ilk günlerinden itibaren olağanüstü bir programla karşı karşıya olduğumuz bir Festivalin en önemli olaylarından biri. Tabiî ki bunu için başta Leman Yılmaz, festivalin bütün yaratıcılarına kocaman bir teşekkür borçluyuz.