“Sizi korumaya alan, bir gün korumaya almamaya karar verebilir”

Dr. Samim Akgönül ile muhalif olmaktan, azınlık basınından ve kimliklerden konuştuk.

Pınar Kılavuz EKERBİÇER / Paris Söyleşi
1 Haziran 2016 Çarşamba

Öncelikle kendinizden ve çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Strasburg Üniversitesinde hocayım. Aynı zamanda da CNRS’de (Fransız Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi) küçük bir araştırma ekibim var. Tarihçiyim, daha sonra siyaset bilim eğitimi aldım ama şimdi daha çok siyaset sosyolojisi yapıyorum. Azınlık kavramı üzerine çalışmalar yapıyorum. Bu aynı anda tarihsel, sosyolojik, siyasal, hukuksal bir kavram. Ben daha çok kavram üzerine düşünüyorum ama bu kavram üzerine düşünürken de üç alanım oldu şimdiye kadar. Biri Türkiye’de Müslüman olmayan azınlıklar üzerine ya da Türk olmayan azınlıklar üzerine biraz düşündüm. İkinci olarak Balkanlar’da Osmanlı İmparatorluğu’nun bekası olarak kalan dinsel azınlıklar üzerine düşündüm. Üçüncüsü de Batı Avrupa’da, Fransa’da, Almanya’da ve biraz da Belçika’da, ‘yeni azınlıklar’ olarak nitelendirdiğim, göçmen olmayıp da, göçmenlikle ilişkilendirilen, Fransa doğumlu ya da Almanya doğumlu olan, bu ülkelerde sosyalleşmiş, kimliklenmiş insanlar. Bu üç saha kavramsal düşüncelerimi, pratik ve pragmatik çerçevede incelememi sağladı. Ders verdiğim Strasburg Üniversitesinde bir Türk Etütleri Enstitümüz var. Orası benim için hem ders verdiğim yer hem de benim kendi alanım çünkü karşımda her sene yenilenen, aşağı yukarı 200 Türkiye kökenli insan var. Uluslararası İlişkiler Enstitüsünde ise üç Master programımız var; orada da daha çok azınlıklarla ilgili, Avrupa siyaseti ile ilgili dersler veriyorum. Ayrıca araştırma ekibimde de dinsel azınlıklar üzerine çalışıyoruz. Galatasaray, Yeditepe, Bahçeşehir üniversitelerinde de dersler verdim.

 

Yakında piyasalarda olacak Savaş Çoban editörlüğünde hazırlanan ‘Muhalefet ve Medya’ kitabı için tez öğrenciniz Süheyla Yıldız ile birlikte ‘Muhalif Medya, Azınlık Gruplar ve Kimlik Haberciliği’ isimli bir makale yazdınız. Bu çalışma için nasıl bir metodoloji belirlediniz?

Birincisi bu bir hissimdi, ‘sosyolog hissi’ diyebilirim. Azınlıkların kendilerini ifade şekillerini ben üçe ayırıyorum. Bu üçe ayırdığım şekliyle bakmaya çalıştım olaya. Birincisine, ‘Pasif ifade’ diyorum. ‘Pasif ifade’, azınlık bireylerinin, yani bir çoğunluğun içerisinde herhangi bir şekilde farklı olan bir grubun kendisini doğal hayatta ifadesi. Dili kullanma, isim verme, yer isimleri gibi. Eğer bu ‘pasif ifade’ye bir tepki gelmezse, pasif ifade ‘pasif ifade’ olarak kalıyor ve azınlık da aslında sosyolojik olarak azınlık statüsünden de çıkıyor. Azınlık statüsünün en önemli kriteri baskı görmek. Eğer pasif ifade herhangi bir tepkiyle karşılaşmazsa, bu normalleşmiş demektir, içselleştirilmiş demektir, meşrulaşmış demektir ve eğer bir grup meşrulaşmışsa artık azınlık değildir. Fakat eğer buna bir tepki gelirse, çoğunluktan bir tepki gelirse - örneğin isim dayatmaları olursa, dil yasaklanırsa - bu sefer azınlık aktif, etkin bir ifade kullanıyor; tam aksine dilini savunmaya başlıyor, görünümünü savunmaya başlıyor, özellikle isimleri kullanıyor, toplumsal çerçevede kendini göstermeye çalışıyor. Türkiye toplumu gibi henüz ‘yetişkin’ olmamış toplumlarda, bu etkin, aktif ifadeye de bir itiraz var. Hem devletten bir tepki var, hem ulusalcı, milliyetçi çevrelerden... Bu tip durumlarda azınlıkların ifadesi de reaktif oluyor, artık bu bir tepkisel hal alıyor. Her şey daha da çok bileniyor, her şey bir sembol haline geliyor; isim sembol haline geliyor, bir dilin kullanılması sembol haline geliyor ve uğruna savaş verilen bir şey haline geliyor. Bu üç kavramın çerçevesinde de Türkiye’de azınlık meselelerinde nasıl bir ifade, nasıl bir ‘kimliklenme’ dinamiği içerisinde olduğuna bakmaya çalıştık. Süheyla, Agos ve Şalom gazetelerini aldı, ben daha çok teorik çerçeveyi çizdim. Türkiye’deki Ermeni ve Yahudi azınlığının birçok benzerlikleri ve birçok farkları var. Bu iki tarafın farklılık ve benzerliklerini söylemlerden analiz etmeye çalıştık. Bence fena bir yazı da olmadı, bakalım çıktığı zaman kitabın içinde nasıl olacak?

 

Makalenin, Galatasaray Üniversitesinde gerçekleşen tanıtım toplantısını nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanlar bu konuyla ilgili miydi?

Evet, insanlar ilgili. Bunun iki sebebi var: Birincisi, Türkiye’de, özellikle İstanbul’da yani metropolde, 1990’ların ikinci yarısından itibaren Müslüman olmayan gruplar tekrar keşfedildiler. Yoktular, birden keşfedildiler. Bunun birçok sebebi olabilir; 90 sonrası Soğuk Savaş’ın bitmesi, kimliklerin canlanması gibi. Fakat kanımca bunun çok ‘sinik’ bir sebebi var. Türkiye’de, İstanbul’da burjuvazinin, 90’ların ikinci yarısından itibaren yeni bir ötekiyle karşılaşmış olması. Yani meşrulaşmamış bir ötekilik, o da Kürt ötekiliği. Eğer azınlıklarla ilgili literatürün kronolojisine bakarsanız aynı anda başka bir kronoloji daha var. “İstanbul büyük bir köy oldu, İstanbul’da yaşamasını bilmiyorlar, köyden geldiler” söylemleri var. Ve yeni gayrimeşru başkalık; eskiden gayrimeşru olan başkalığı birden meşrulaştırdı. Aynı anda başka bir literatür başladı: “Gökkuşağının kaybolan renkleri, Beyoğlu’na kravatsız giremezdik, ah Rumlar, ah Ermeniler, ah Museviler, ne güzeldi bütün bunlar şimdi ne hale geldik” denmeye başlandı. Bu aslında yeni Kürt başkalığını gayri meşrulaştırmak içindi. Eskiden aynı insanların babaları Yahudilere, Rumlara ve Ermenilere de karşıydı. Çok yüzeysel bir söylem başladı. Bu bir folklor söylemi. Aslında bir de burada sayı meselesi de var. Türkiye’de artık Müslüman olmayanlar tehlike arz edemeyecek kadar azaldı! 

Bu ilginin bir başka nedeni ise, son 10-15 senedir, Agos’un verdiği rüzgârla beraber, Türkiye’de Müslüman olmayan azınlıklara ait gençlerin, bireylerin de konuşmaya başlamış olması. Hak talep etmeye başladılar, kendilerini göstermeye başladılar, yukarıda değindiğim tepkisel ifadeyi kullanmaya başladılar. Hrant Dink’in öldürülmesi gerçek bir kırılma noktası oldu. Tabii ki Agos’un kendi söylemi var, fakat Dink’in görünür olması ve arkasında başka bir, azınlık dışı bir toplumun lokomotifi haline gelmesi azınlık bireylerine bir cesaret verdi. Bu yüzden de bir ilgi oldu. 

Fakat ben bu ilgide sağlıksız bazı şeyler de görüyorum. Geçtiğimiz senelerde Taraf Gazetesinde ‘Azınlık Haklarını Kaldırın’ diye bir yazı yazmıştım (05 Mart 2012, Taraf). Bence şu anda tekrar azınlıkları azınlıklaştırma sürecindeyiz. Yani azınlığa ait olan bireyleri, birey, vatandaş, yurttaş, herhangi biri olarak değil, bir azınlığın parçası olarak görüyoruz. Yani kimliklenmek böyle bir şey. İnsanlar kimliklenirken, kimliklerini öne çıkartırlar, kişiliklerini değil. Çok değerli bir arkadaşım var, Türkiye’nin önemli felsefecilerindendir, Besim Dellaloğlu… Galiba ‘Romantik Muamma’ kitabında yazıyor, “Kimlik, kişiliğe rağmen inşa edilen bir şeydir.” Doğru ama kişilik de kimliğe rağmen inşa edilen bir şeydir. Yani kimliğinden özgürleşip ‘ben’ olabilmek, birey olabilmektir. Şu anda bu birey olabilme periyodunun gerisine düştük gibi geliyor bana. Yani her şeyimiz artık bir kimlik enflasyonu içerisinde. Her tanıştığımız insanın ait olduğunu düşündüğümüz gruba göre değerlendirme içerisindeyiz. Bu kimliklenme bir taraftan paradoksal olarak iyi bir şey, diğer taraftan da insanların bireyselleşmelerine engel olan bir şey. Muhalif basın ne demek? Kime muhalif? Acaba Şalom gazetesi, Yahudi cemaatinin liderlerine, örneğin Hahambaşılığa muhalefet yapıyor mu? Kendi içerisinde bir muhalefet yapıyor mu? Agos gazetesinde dahi, Ermeni Patrikhanesine ya da Ermeni cemaatinin ileri gelenlerine bir muhalefet var mı? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Yahudilerin hepsi aynı mı? Yok mu bu insanların solcusu, sağcısı, genci, yaşlısı, iyisi, kötüsü? Azınlığa ait bireyler herhangi bir toplumda kötü olma hakkını kazandıkları zaman azınlık olmaktan çıkarlar. Ne demek kötü olma hakkı? Kötü olmak demek bireyin yarattığı bir durum. Kötü olabiliyorsan ve kötü olurken de “Bu Yahudi o yüzden kötü” denmiyorsa bireyselleşme olur. Türkiye’de hâlâ ‘millet’ sistemi taş gibi ayakta, bu sistemin algılamaları taş gibi ayakta ve iktidarla ve çoğunlukla ilişkilerde hâlâ bir cemaat, bir grup, bir azınlık olarak hak aranmakta. Bireyselleşmek çok zor. O yüzden de bu son süreci çok iyi bir süreç olarak görüyorum. Aynı zamanda paradoksal olarak da biraz tehlikeli bir süreç olarak görüyorum. Çünkü yurttaş olmanın, birey ve vatandaş olmanın önünde bir engel olarak görüyorum. Cemaatlerin kimliklerinin bu kadar altının çizilmesini, bu kadar göze sokulmasını bir tehlike olarak görüyorum. Bu alt çizmeyi aslında İslamcı hükümet yapıyor, çünkü İslamcı hükümet, İslamist bir bakış açısıyla tabii ki bir zimmi, koruma altına alınmış misafirler olarak bakıyor azınlıklara. Ama işin ilginç tarafı böyle davranırken de bir takım şeyler de veriyor. Vakıfların mallarının kısmen iade edilmesi, Edirne Sinagogunun açılması vs. Böyle olunca da elbette azınlıkların ileri gelenlerince bu iyi bir şey olarak kabul ediliyor; bu hatalı bir şey. Bunlar tabii ki çok iyi şeyler, yanlış anlaşılmak istemiyorum. Bunu yaparken aslında bu söylemi, ‘koruma altında olma’ söylemini pekiştiriyorlar. Bu bir tuzak, İslamcıların kurduğu bir tuzak: “Biz sizi dinsel olarak ele alalım, dinsel olarak sizi korumaya alalım” diyorlar, ama şunu unutmamak lazım, sizi korumaya alan bir gün korumaya almamaya karar verebilir.

 

Eskiye dönecek olursak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasası olan 1924 Anayasası’nın 88. maddesini hatırlatmak isterim: “Türkiye'de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir. Türkiye'de veya Türkiye dışında bir Türk babadan gelen yahut Türkiye'de yerleşmiş bir yabancı babadan Türkiye'de dünyaya gelip de memleket içinde oturan ve erginlik yaşına vardığında resmî olarak Türk vatandaşlığını isteyen yahut Vatandaşlık Kanunu gereğince Türklüğe kabul olunan herkes Türk’tür.” Bu maddeye göre kanunlar önünde herkes eş vatandaştır. Teori ile pratiğin uymadığı gerçeğini de göz ardı edemeyiz.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları ‘Türk’ olarak ıtlak edilir. (Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) itlak olunur.) Yani Türk olarak kabul edilirler ama Türk değillerdir. Türkiye ulusu Müslümanlık aidiyeti üstüne kurulmuş bir ulustur. Buna ters gitmeye çalışanlar oldu, hem iyi yanda hem kötü yanda fakat başarılı olamadılar. Yahudi cemaatinde en iyi örnek Munis Tekinalp (Moiz Cohen)’dir. Bu entelektüel olarak bir başarısızlık öyküsü. Bu zimmi meselesinin de çok ilginç bir şekilde uzun vadede tehlikeli olabileceğini düşünüyorum.

 

Türkiye Cumhuriyeti kimliğini taşıyan herkes Türk vatandaşı olarak sayılıyor.

Hayır, öyle değil, “Türk’tür” diyor, yani o –dir ekini de ekliyor. Aslında bu, madde ne Türklüğü ne de vatandaşlığı tarif ediyor. Bu verilen bir bilgi; bu böyledir. Çok kötü yazılmış bir maddedir. Vatandaş olsalar da Türk olarak kabul edilmek isteyenler kabul edilmiyorlar, eşit vatandaşlığa gelemiyorlar; Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Süryaniler. Vatandaş oldukları için “Hayır Türk değiliz” demek isteyenler de kabul edilmek istemiyorlar. Gayrimüslim azınlıkların özelinde bir takım ortak noktalar var, bir de bana kalırsa birbirinden ayıran şeyler var. Orada bir sınıf meselesi olduğunu düşünüyorum. Bu konuya döneceğim.

Birincisi, Lozan Anlaşması’nda bir tek grubun dahi ismi geçmez, herkes açıp okuyabilir ama kimse açıp okumamıştır. İkincisi Lozan Anlaşması’na aykırı olarak ele alınan üç azınlığın ikisinde son 15 sene içerisinde yapısal değişiklikler oldu. (Rumlarda ve Ermenilerde). Ermenilerde yapısal değişiklik bir kere sayı açısından oldu; hiç kimse bahsetmiyor. Şu anda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni nüfusu 50 bin olarak biliniyor, bir o kadar da Ermenistan’dan Ermeni geldi. Bu Ermenistanlı grupla Ermeni azınlığının ilişkileri şu ana kadar incelenmedi. Sosyolojik olarak bence bu konuda araştırma yapılmalı. Ermeni toplumu için ikinci yapısal değişiklik ise Hrant Dink’in ortaya çıkarttığı görünürlük stratejisidir. Gazetenin Türkçe çıkması ve sadece Ermenileri ilgilendiren konularla değil başka konularla da ilgilenilmesi gibi gelişmeler önemli. Bunun doğal sonucu da TBMM’de üç ayrı partiden, üç Ermeni milletvekili olması. Bu da bireyselleşme açısında çok iyi bir şey. Rum azınlıkta da yapısal bir değişiklik söz konusu. Bu yapısal değişiklik ilginç bir şekilde oldu. 1990’lardan sonra Antakyalı Arap Ortodokslar İstanbul’a göç etmeye başladılar, bir de 2000’lerden sonra Yunanistan’dan gelenler oldu. 

İki durumda da dikkat çekmek istediğim bir şey var; iki azınlığın nüfusunu arttıran gruplar alt sınıflardan oluşuyor. Peki, son 15 senedir Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan Yahudilere nereden katkı geldi? Hiç bir yerden! Nüfus azalıyor, azalırken de sınıf olarak yukarıda kalıyor. Dolayısıyla söylemde de bir fark var. Gazeteye yansıyan söylemde de, taleplerde de bir fark var. 

Lozan Anlaşması’nda isim zikredilmemesine rağmen, hiç bir zaman Lozan sisteminin içerisine dahil olmayan iki başka grup var. Bu iki toplumun da devletle ilişkileri birbirine zıt. Bir tanesi Süryaniler, diğeri de Levantenler. Süryaniler Lozan’ın azınlık haklarından yararlanmak isterken, Levantenler sınıf olarak daha üst seviyede oldukları için böyle bir talepte bulunmadılar. Bunun bütün sebebi Türkiye’de toplumun hâlâ Müslümanlık üzerine kurulu olması. İsmi nedir bu grupların, ‘Gayrimüslim’. Sen hiç Müslümanlara ‘gayriisevi’ ya da ‘gayriMusevi’ dendiğini gördün mü? Görmedin çünkü Müslümanlar baz alınarak diğer gruplar tanımlanıyor. Bütün iyileştirmelere rağmen ben burada büyük bir sağlıksızlık görüyorum.

 

Sayı olarak ele alındığında azınlık diye tabir edilen Yahudiler, Ermeniler, Aleviler resmi olarak ‘azınlık’ mı sayılıyor?

Hayır, ama Vakıflar Kanunu’nda bir ‘cemaat vakıfları’ tanımı var, yani Müslüman olmayanların ayrı bir kategori içinde ele alındıkları belli. Tabiri var. Lozan Anlaşması var, Lozan Anlaşması’nın azınlıkları koruma bölümü var. Azınlık haklarının kaldırılmasını işte bu yüzden istemiştim, ironiydi o. Bu insanlar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı fakat eşit Türkiye vatandaşı olarak ne kendilerini ele alıyorlar, ne de öyle ele alınıyorlar. Ve taleplerini azınlık olarak sunuyorlar. Hepimizin çoğul kimlikleri var, bu kimliklerimizden hangisi en çok gayrimeşru görülüyorsa onun için çabalarız. 

 

Müslüman olmayan Türkiye vatandaşlarına karşı yapılan ayrımcılık, özellikle de militer platformda neye dayanıyor?

Tutalım ki genelkurmay başkanı Türkiye’de bir Yahudi. Çok ses getirir, neden? Ben de diyorum ki işte bir azınlığın, azınlık statüsünden sosyolojik olarak birinci kuralı her hangi bir ses getirmemesi. O genelkurmay başkanının da Yahudi kimliği üzerinden değil yaptığı işler üzerinden yargılanması gerekir. Bunu hâlâ yapamıyoruz. Toplumsal olarak yetişkin olmak buradan geçiyor. Yani o üstümdeki bana yakıştırılan kimlikten sıyrılıp, kimliğin dışında bir söylem, hatta o kimliğe karşı bir söylem de geliştirebilmeliyim.

 

Fransa Dışişleri eski Bakanı Laurent Fabius’un Yahudi olduğunu, seneler sonra başka bir kaynaktan öğrendim. Londra Belediye Başkanı Müslüman olduğu için çok medyatik oldu.

Doğru, şu anda Müslümanlık Avrupa’da gayrimeşru aidiyet olduğu için bu kadar ses getirdi. Elbette inançtan bahsetmiyoruz, toplumsal aidiyetten bahsediyoruz. “Fransa’da 5 milyon Müslüman var” dendiği zaman ben içerisinde miyim? Elbette içindeyim, çünkü böyle algılanıyorum. Ama bu benim ne davranış biçimimle ne de inancımla alakalı. Nasıl Müslümanlıkta değişik seviyeler varsa bütün inanç sistemlerinde de bu aynı. Fakat azınlık algısında bütün bireyler bir bütün varsayılıyor. Elbette ki 1930 Türkiye’sinde değiliz, fakat olması gereken 2016 senesinde de değiliz. Bu tip durumlarda gerçekten basına çok büyük rol düşüyor. Makalenin tanıtım toplantısını yaptığımız gün Şalom’un birinci sayfasında genç bir sporcunun, Çağla Büyukakçay’ın tenis şampiyonu olduğu haberi vardı. Bu önemli bir sinyal, Çağla Yahudi değil ve Şalom’un birinci sayfasında yer alabiliyor. Bu ne demektir? Azınlık kimliğinin biraz yırtılması demek. Öte yandan Rum gazeteleri başka bir yol izledi. İstanbul Rumcası zaten kayboluyor, gazeteyi de Türkçe basarsak olmaz deyip Rumca basmakta direndiler. Ben Rumca yazmazsam kimse okuyamaz hale gelecek deniyor. Mesela Jamanak’ın ve Agos’un hitap ettiği kitle aynı değil. Bu söylem iyi bir söylem ama diğer taraftan acaba bu dillerin kaybolmasına da neden oluyorlar mı? Diller kaybolurken birer sembol haline geliyorlar. İsim konusunda da bu böyle, Yahudilerde daha çok gizlenme isteği var. Bu Fransa Yahudileri için de geçerli, Holokost’un da etkisi çok büyük. Fransa’da karşılaştığın Fransız isimlerin önemli bir kısmı eski Yahudi soyadlarıdır. Bu konuda Nicole Lapierre’in çok güzel bir kitabı var. 1946’dan sonra isim değiştirenler oldu; Levi’ler Dupont oldu. Yahudilerin özelinde bu isim meselesi genel bir durum. Farklı olarak da İsrail meselesi var. Türkiye toplumunda kökleşmiş ama entellektüelleştirilmemiş bir antisemitizm var. Anti-Siyonizm kılıfı içerisine sokulmuş antisemitizm de var, işin kötüsü antisemit olmayan anti-Siyonizm de var. Yahudilerde ve elbette Şalom’da da bir savunma refleksi var. Agos’ta durum farklı. Ermenistan, Türkiye Ermenilerinin devleti değil. İsrail de Türkiye Yahudilerinin devleti değil ama İsrail kurulurken öyle bir algı oldu. Azınlığın sorunlu olduğu nokta bu, kendisini bir bütün olarak gördüğü için, içerideki kırılmaları, içerideki sosyal hiyerarşiyi, bazen ayrımcılığı, görmezden geliyor. Bunu anlayabiliyorum, genel azınlık psikolojisini anlayabiliyorum. Sadece dine gönderme yapmak uzun vadede sorunlu olabilir. Makalenin tanıtım toplantısında birisi “Ama biz değerlerimizi korumak istiyoruz” dedi. Ben de o değerlere bir tane örnek vermesini istedim, “Yumurta boyuyoruz” dedi, ama bu bir folklor, değer değil. Artık azınlıklarda, azınlık olduğunu düşünen topluluklarda her şey bir kale haline geliyor. Başka bir durum içerisinde savunulmayacak şeyler birdenbire değere dönüşüyor.

 

Şalom gazetesinin muhalefetini ‘ılımlı eleştirellik’ olarak değerlendirirken süreç içinde değiştiğini de söylüyorsunuz. Bu değişimi biraz açar mısınız?

Ilımlı eleştirellik kavramının patenti Süheyla Yıldız’da ait. Bu durumun iki sebebi var. Birincisi 500. Yıl Vakfı’nın misyonunu artık tamamlamış olması. Vakfın bakış açısı ve algısı yavaş yavaş kayboldukça, Şalom gazetesinin dili, içerdiği konular ve gündemi de değişti. Haberlerin gündeme getiriliş şekli de değişti. İkincisi de Agos’un etkileri oldu, çok pozitif bir örnek olarak ortaya çıktı. Gene de Şalom gazetesi bir Evrensel ya da Özgür Gündem değil. Ama tabii ki antisemitizmin kılcal damarlara işlemiş olması da var. “Bizi tanısalar gerçekten severlerdi” söylemine de biraz mesafeyle yaklaşmak istiyorum. Benim ‘uzak başkalık’ diye adlandırdığım bir teorim var. Tanınmayana duyulan nefret bana o kadar korkutucu gelmiyor, asıl tehlikeli olan ‘yakın başkalık’. Bana ne kadar yakınsa, benim için o kadar tehlikeli durumu var. Yoksa ne Holokost’u açıklayabiliriz ne de Ermeni Soykırımını... En büyük ırkçılığın örneğini de vermek isterim: “Benim de Yahudi arkadaşlarım var. Sen diğer Yahudiler gibi değilsin.” Irkçılık meselesinde tabii ki doğru tanımamak var ama “tanısalar severler” durumunun da merhem olduğunu düşünmüyorum. İşin içine propaganda girince, devletin ideolojik aygıtları girince, kompleksler girince insanlar en yakın arkadaşlarını, komşularını öldürebilecek duruma gelebilir. Bunun tek çaresi insanların birbirleriyle etkileşime girmeleri, Kanımca Şalom ve Agos’un azınlığı savunmaktan öte bir durumları var, bu etkileşimin vektörü ve vesilesi olmak da var. O yüzden Çağla’nın Şalom’un birinci sayfasında yer almasını çok önemsiyorum.