Mauthausen Kampının 71. Kurtuluş Yıldönümü Törenlerine Türk heyeti de katıldı
Albert Erol Nahum
“Dünyada anıtlar kadar görünmez bir şey yoktur.” Robert Musil’in bu sıkça alıntılanan tümcesi zihnimde belirdiğinde, Viyana’dan Mauthausen’e giden yoldaydık. 71 yıl önce, 16 Mayıs’ta ‘kurtarılan’ Mauthausen Toplama Kampının özgürlüğüne kavuşmuş ya da kavuşamamış tutsaklarının yanı sıra, Nazi barbarlığının tüm kurbanları orada resmi bir törenle anılacaktı. Musil’in bildiğimi bile bilmediğim bu sözlerinin nereden, nasıl sökün ettiğini yokladım sonra: Yok hayır, bu istençdışı anımsayışın tek nedeni yazarın Avusturyalı olması değildi.
Arabadan indiğimizde, içimizi ürperten bir soğukla karşılaştık. Ama galiba bu ürpertinin esas sebebi, yaz başında böylesine serin olan bir yerde, kış koşullarında, koruma sağlamaktan çok kişiliksizleştirmeye yarayan üniformalarıyla hayatta kalmaya çabalayan tutsakları düşünmemizdi. Kampın avlusuna kurulmuş tören alanına doğru yürürken, anıtların ve çeşitli dillerde, çeşitli uluslardan kurbanların hatıralarını yücelten levhaların arasından geçtik. Duraklarımızdan biri de, önüne, getirdiğimiz çiçekleri bıraktığımız Türkiye Cumhuriyeti’nin levhasıydı. Hemen her anıt-levhanın önü küçük çaplı bir tören alanına dönüşmüştü: Kalabalığın ve itiş kakışının içinde, askeri ve diplomatik temsilciler çelenklerini ‘usule uygun’ biçimde bırakmaya uğraşırken, farklı dillerdeki anma sözleri, siyasal söylevler ve dualar birbirine karışıyor, giderek hepsi duyulmaz ve anlaşılmaz oluyordu. Ben de, soğuktan, yer yer çiseleyen yağmurdan ve kargaşadan kaçmak isteyen diğerleri gibi, bir ara bir barınağa atıverdim kendimi. O boş içmekânın temizliği ve düzenliliği karşısında irkildiğimi anımsıyorum: Pekâlâ Nazi kamp sisteminin yansımasını bulmak mümkündü bu tertipli müze görünümünde...
Pencereden, asıl tören alanına doğru hareketlenen, kendilerine ayrılmış yerleri arayan küçük tören kıtalarına bakarken, Musil’in sözleri, kafamın içindeki gürültüden ayrıştı, iyice çökeldi. Anıtlarla törenlerin yazgılarının nasıl da iç içe geçtiğini fark ettim. Bunlar insan belleğinin zayıflığının, değişkenliğinin göstergeleriydi aslında. O acıtıcı hatırla(t)ma işlevini üstlenen, böylece insanı geçmişin yükünden kurtaran nesneler ya da edimler. Kendilerini öne sürdükleri anda görünmez kılmayı da başarabilmeleri, ancak bu belleği yüksüzleştirme işleviyle açıklanabilir sanıyorum. Şüphesiz, hem anıtlar hem de törenler, simgeledikleri olayın dehşetinden izler taşırlar, ama eninde sonunda, belli bir mekânı kaplayan biçimler ya da belli bir zamana yayılan biçimsel davranışlardır bunlar. Giderek hatırlatmak istedikleri şeyin yerine geçip, kanıksanırlar. Bir anıta ikinci ya da üçüncü rastlayışımızda bakmaz oluruz, törenler ise başlar başlamaz bitişi beklenen zaman dilimleridir. Buna karşılık, anıtın yerinde durduğunu, törenlerin –hem de yüksek katılımla– gerçekleştiğini bilmek, bize gönül rahatlığıyla unutma imkânı verir. Nasıl olsa, gerektiğinde, önemli toplumsal olayları, tarihteki felaketleri bize hatırlatacak ‘nesneler’ ya da ‘belirli günler’ vardır. Bir törende, daha önce defalarca duyduğumuza benzer konuşmaları yine yarım kulakla dinledikten sonra, görevimizi yerine getirmiş olmanın huzuruyla oradan ayrılabiliriz.
Şoa sırasında toplama ve imha kamplarında ‘yaşananların’ anlatılamazlığı üzerinde durulmuştur. Hatta bu ‘yaşantı’nın aktarılamaz doğasının dili onulmaz biçimde yaraladığı, bu boşluğun bazı edebi biçimleri yürürlükten kaldırması gerektiği söylenmiştir. Buna rağmen, sözcüklerini, herhalde karşı konulmaz bir dürtüyle, bu imkânsız tanıklığa hasreden yazarlar yok değildir. Ancak hemen hepsi, bu yerine konuşma ya da sessizliğe dil götürme çabasının beyhudeliğini de kaydetmek zorunda hisseder kendini. Tıpkı şu satırları yazan Primo Levi gibi: “Biz talihin yardım ettiği kişiler az ya da çok bilinçli olarak yalnızca kendi yazgımızı değil, başkalarının da, su altında kalmış olanların da yazgısını anlatmaya çalıştık; ancak bu ‘üçüncü kişiler adına’ yapılan bir konuşma, bizzat yaşamayıp yakından gördüğümüz şeylerin anlatılması olmuştur. Sonuna kadar götürülmüş yıkımı, tamamlanmış eylemi kimse anlatmamıştır, tıpkı kimsenin dönüp ölümünü anlatmadığı gibi. Eğer kâğıt kalemleri olsa boğulanlar tanıklık etmeyeceklerdi, çünkü onların ölümü bedensel ölümlerinden önce başlamıştı. Tamamıyla bitip tükenmeden haftalarca ve aylarca önce gözlemleme, hatırlama, olanları değerlendirme ve dile getirme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Onlar adına, onların yerine bizler konuşuyoruz.”
‘Kurtulanlar’ın bile ancak ‘boğulanlar’ın yerine konuşabildiği, dolayısıyla gerçek bir tanıklık imkânının baştan felce uğratıldığı bir kötülük karşısında, bizler neye tanıklık edebiliriz? Bizler, bir anıtın önünde saygı duruşunda bulunurken ya da bir törende ‘doğru’ sözlerle kurulmuş bir konuşmaya kulak kabartırken kimi, kimleri anıyoruz sahiden? Bu anıt ve törenlerin, ‘anı’nın ya da ‘anılan’ın yerini aldıkları ve artık bizim yerimize anımsadıkları, bizi bu kötülüğü düşünmekten kurtardıkları söylenemez mi?
Kurtulanlar ve aileleri
Derken bizler de heyetimize ayrılan yere oturup, töreni izlemeye başladık. Kâh açan güneş kâh bastıran yağmur altında, ‘doğru’ ve ‘yerinde’ sözler dinledik, beklediğimiz üzere. Bu yılki anma töreninin teması ‘Uluslararası Dayanışma’ olarak belirlenmişti. Uluslararası siyasal koşullar bu seçimi baştan ironik ya da safdilce kılsa da, hiç değilse insanlığın soylu ülkülerinin yeniden seslendirilmesinde teselli bulabilirdik. Nitekim bazı konuşmacılar, haklı olarak, görünmez kılınmaya çalışılan başka bir şeye; şimdi, hemen yanı başımızda yaşanan acılara değindiler. İç savaşın dehşetinden kaçan sığınmacıların Avrupa sınırında bekleşirken ya da Avrupa’yı çevreleyen denizlerde ‘boğulurken’, bu yaşlı kıtanın değerlerini sınavdan geçirdiklerini hatırlattılar – Ege’nin ya da Meriç’in doğu yakasındaki sığınmacılardan hiç söz etmeden tabii ki… Sınırlara yeni toplama kampları inşa edilirken, bu kampın kurtarılışını anmadaki çelişkiye, hatta riyakârlığa dikkat çektiler. Bir konuşmacı (Laura Piccioli) şöyle diyordu: “Yabancı olarak değerlendirdiklerimize karşı ırkçı ve zenofob bir tavrımız var; sınırlarımızı dikenli tellerle çeviriyor; gelen çocuk, kadın ve erkekleri kaydetmek için kollarına birer sayı işliyor ve onları nihayet o pek medeni Avrupa’mızın içinde salmadan önce, karantinalarda tutuyoruz. Bu kıtada 71 yıl önce uğruna insanların öldüğü özgürlüğü arayan, yerinden yurdundan edilmiş insanlara nefret ve hoşgörüsüzlükle karşılık veriyoruz.” Elbette kimseden haklı güvenlik kaygılarını bir anda kenara bırakması beklenemezdi. Ama bir başka yerine konuşma örneği olan bu mea culpa’nın, eylem düzleminde ciddi bir değişikliğe yol açmasa bile, en azından vicdanları sarsması, huzurları kaçırması umulabilirdi. Ardından gelen konuşmalar bu boş umudu dağıttı, neyse ki: ‘Doğru sözler’i inançsızca yinelemek bazı Avrupalılara yeterli gelmemiş olacak ki, Mauthausen’in kurtarılışı vesilesiyle, daha yakın tarihli siyasi-askeri çatışmalara değinip, kendi haklılıklarını vurgulamadan edemediler. Tören, işte böyle, tonu gittikçe düşen konuşma ve melodilerle, andığı olayı görünmez hale getiren birörnek davranışlarla devam etti. Heyetlerin teker teker çelenk bırakması faslına geçildiğinde, alan boşalmaya başlamıştı bile.
Ortak tören yavaş yavaş sönümlendikten sonra, bazı gruplar kendi kurbanları için dikilmiş anıtların etrafında, ulusal ya da dinsel törenler için toplandılar. O sırada Türk delegasyonundaki Yahudiler olarak biz de bir minyan bulup kadiş söyleyebildik. Ben o kadim Aramca sözleri, sadece geçmişin barbarlığına değil, aynı zamanda bugün sürüp giden adaletsizliğe, törenlerle pekişip kurumsallaşan kayıtsızlığa karşın, ‘kurtuluşu getirecek olan’a bir inanç tazeleyiş olarak da okudum. Bir başka kurban Walter Benjamin’in deyişiyle, “bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri tek bir felaket olarak” gören ‘tarih meleğinin’ günün birinde geçmişin yıkımını onaracağına, ‘kırık parçaları yeniden birleştireceğine’ dair inancın onaylanışı olarak… Park yerine dönerken, gözüm bir kez daha alanı kaplayan anıtlara takıldı; bu kısa geçit resminin ardından yine görünmezliğe kayıyorlardı.
‘Kurtulanlar’ın bile ancak ‘boğulanlar’ın yerine konuşabildiği, dolayısıyla gerçek bir tanıklık imkânının baştan felce uğratıldığı bir kötülük karşısında, bizler neye tanıklık edebiliriz? Bizler, bir anıtın önünde saygı duruşunda bulunurken ya da bir törende ‘doğru’ sözlerle kurulmuş bir konuşmaya kulak kabartırken kimi, kimleri anıyoruz sahiden? Bu anıt ve törenlerin, ‘anı’nın ya da ‘anılan’ın yerini aldıkları ve artık bizim yerimize anımsadıkları, bizi bu kötülüğü düşünmekten kurtardıkları söylenemez mi?