İşkolik bir kadın yönetici ile iletişimsizlik yaşadığı babasının, mutlu sonla neticelenen yakınlaşması ve Kızı tarafından terkedilen bir annenin ıstırabını anlatan Julietta...
George Miller başkanlığındaki jüri, komik, özgün, eğlendirici bir film olan ‘Toni Erdmann’ın hasletlerini ıskalayan grup olarak Cannes tarihindeki yerini alacak. Geçen yıl heyecan yaratmasıyla, herkesin beğenisini kazanmasıyla ‘Saul’un Oğlu’ ne ise, bu yıl ‘Toni Erdmann’ da o. İşkolik bir kadın yönetici ile iletişimsizlik yaşadığı babasının, mutlu sonla neticelenen yakınlaşması, zeki ve komik tespitlerle anlatılmış. Kızı tarafından terkedilen bir annenin ıstırabını Almadovar ‘Julietta’da anlatıyor. Yazgı, suçluluk duygusu, terkedilme gibi temalar eşliğinde, 13 yıllık bir yalnızlık yaşayan bir annenin yaşadığı travmayı izliyoruz. Kadınları anlatmada, Almadovar benzersiz hünerini sergilemeyi sürdürüyor.
BU FiLMi GÖRMEZDEN GELMEK JÜRiNiN AYIBI
69. Cannes Film Festivali’nin sürpriz filmi, 40 yaşındaki Alman kadın yönetmenin, Maren Ade’nin ‘Toni Erdmann’ıydı.
Yarışma filmlerini not vererek değerlendiren Screen Dergisi’nin, uluslararası eleştirmenlerin oluşturduğu ekibin ‘Toni Erdmann’a verdiği not, dört üzerinden 3,8 idi. Bu festival tarihinde bir rekor idi. Üstelik bu rekor Cannes’de pek az sayıda filmini izlediğimiz Almanya’dan geliyordu.
Almanya, Wim Wenders’in 1984’teki ‘Paris, Texas’ından beri 32 yıldır Altın Palmiye kazanamıyordu. Jüri herkesin favorisi ‘Toni Erdmann’a en ufak bir ödülü bile çok görünce, Almanya için vuslat gelecek bahara kaldı. Hâlbuki bir gün önce Uluslararası Film Eleştirmenleri Birliği (FİPRESCİ) ‘Toni Erdmann’ı 69. Festivalin En İyi Filmi seçmişti. Bu Altın Palmiye’nin habercisi olacak diyenleri, George Miller başkanlığındaki jüri ters köşeye yatırdı.
Yarışmanın, Nicole Garcia ve Andrea Arnold ile birlikte, üç kadın yönetmeninden biri olan Maren Ade, uluslararası arenada etkin bir Alman şirketinin üzerinden, günümüz kapitalist sistemine, etkili ve cesur bir eleştiri getiriyor.
Baba-oğul sorunlarını işleyen filmlere alışık Cannes Festivali, ilk kez sağlam bir baba-kız yakınlaşmasını anlatan güçlü bir filmi yarışmaya almıştı.
İşkolik bir kadın yönetici iletişimsizlik yaşadığı babasının, mutlu sonla neticelenen yakınlaşmasını, Maren Ade, özgün ve zeki tespitler barındıran senaryosunda işlemiş.
Cannes’da izlediğim festivallerde bütün salonun katılarak güldüğü bir film hatırlamıyorum. İnce bir mizah eseri komik sahnelerin dışında film, baba-kız ilişkileri üzerinden günümüzün sosyal hastalığı iletişimsizlik sorununa sempatik çözümler üretiyor.
Beş yıllık bir çalışmanın ürünü olan projede Maren Ade, başarılı bir iş kadını olan İnes’in (Sandra Hüller) mizah duygusunu kaybettiğine inanan babası Wilfied’le (Peter Simonischek) yaşadıklarını anlatıyor. Firmasının proje yönetmeni ve Romanya şubesinin sorumlusu olan genç kadın, yeni yatırımlarla ilgilenirken, babasının sürpriz bir ziyaretiyle karşılaşır.
37 yaşındaki İnes, son derece bağlı olduğu işinde, disiplinli ve düzeyli çalışmasıyla patronunun gözdesidir. Mesafeli bir ilişki yaşadığı 65 yaşındaki emekli babası, kendisine sürekli olarak “mutlu musun?” sorusunu sormaktadır.
Bekâr olan İnes’in hissi ve sosyal hayatı pek renkli değildir. Gizli bir ilişki yaşadığı iş arkadaşından da pek memnun gözükmemektedir. Babasının özel ve iş hayatına müdahale etmeye başlaması İnes’i sıkıntıya sokmaktadır.
Peruk ve takma dişle değişik hüviyetlere bürünen Wifried, kendisini kızının Bulgar müşterilerine Alman Konsolosu Toni Erdmann olarak takdim eder. Film yoksulluğun diz boyu sürdüğü, ekonomisi geri kalmış bu Avrupa ülkesinde dönen entrikalara da değinip, iş hayatının kirli yüzünü sergiliyor.
Kısa bir zaman diliminde gelişen olaylarla, Wilfried’n müdahaleleri ile İnes yaşam sevincine kavuşur.
Filmin unutulmaz iki sekansının birinde, evinde verdiği partide ne giyeceğine karar veremeyen İnes, misafirlerinin karşısına çırılçıplak çıkıp, onların da soyunmalarını sağlıyor.
Bu ‘naked party’ye uyum sağlayan patronuna İnes’in kapıyı açtığı bölüm filmin en komik anlarını oluşturuyor.
Diğer keyifli sekansta, baba-kızın davetli olmadıkları Bükreş’te, bir Ortodoks bayramı kutlaması yapan evde, Wilfried’in piyanosu başında, İnes’in de mikrofonuyla doğaçlama söylediği Whitney Houston şarkısıyla davetlileri coşturuyorlar.
1976 yılında Karlsruhe’de doğan Maren Ade, Münih Sinema Okulu mezunu ve içlerinde Christian Petzold’un da olduğu ‘Berlin Okulu’ akımının önde gelen temsilcisi. Sundance’de Jüri Özel Ödülü kazanan ilk filmi ‘The Forest For The Trees’in (2003) ardından çevirdiği ‘Everyone Else’ (2009) ile Berlin’de Gümüş Ayı Ödülü kazandı. Kocası Ulrich Kohler de yönetmen.
Marjinal bir baba ile işkolik kızını anlattığı, 2 saat 45 dakikalık uzunluğuna rağmen nefes nefese izlenen ‘Toni Erdmann’ ile Maren Ade Cannes’a ilk kez gelmiş oluyor.
Babayı oynayan Avusturyalı komedyen Peter Simonischek ile 2006’da ‘Requiem’ filmiyle Berlin’de En İyi Aktris Gümüş Aslan Ödülünün sahibi İnes rolündeki Sandra Hüller mükemmel performanslarıyla Ade’ye destek oluyorlar.
Bu son başarısıyla günümüz Alman sinemasının etkin yönetmenleri arasına giren Maren Ade filmin basın konferansında “Baba-kız ilişkilerini incelemeye çalıştığım bu filmi izlediklerinde babamın ne diyeceği konusunda endişelerim var, zira kendisi de en az bu filmdeki Toni kadar muzip ve eksantrik bir insandır” itirafında bulundu.
ANNE VE KIZI HAKKINDA HER ŞEY
Pedro Almodovar, ‘sinir krizi eşiğine gelen kadınları’, ‘kendini bağlatan’ kadınları’, ‘annesi hakkında her şeyi’, ‘kadınlığı seçen travestileri’, ‘onunla konuşanı’, ‘iki kardeş ile annelerinin öyküsünü’, ‘içinde yaşadığı deriyi’, ‘kötü eğitim alan gençleri’ anlattı.
Şimdi de Almodovar, karanlık drama kalıpları içinde, terkedilme teması etrafında dönen konusuyla ve samimi yorumuyla, ‘Julietta’ ile yeni bir kadın portresi çiziyor.
Kadınları sinemada en iyi anlatan yönetmenlerden biri olan Almodovar, 2013 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Alice Munroe’nun üç öyküsünden esinlenerek senaryolaştırdığı filmde, ilginç kadın portreleri çizme geleneğine ‘Julietta’ ile yeni bir halka katıyor.
Suçluluk duygusu, yazgı, sebebini bilmeden terkedilme, yalnız kalma temaları etrafında dönüp, hayatta en çok sevdiğimiz kişiyi hiç yaşamamışçasına terk edip, hayatımızdan silmemize iten sebepleri araştırıyor.
Bir Portekiz seyahatinin arifesinde Julietta, kızının çocukluk arkadaşı Bea’ya tesadüfen rastlayınca projesini askıya alır. Bea, Julietta’nın yıllardır görmediği kızı Anita’ya rastladığını anlatmıştır. Anita’yı tekrar görme umudunu kaybetmek üzere iken, Julietta yıllardır gizlediği bir sırrı mektupla bildirmeye karar verir. Mektubunda suçluluk duygusundan, kaderden, kararsızlıkla mücadele eden bir annenin ıstırabından bahseden Julietta, kızı tarafından terkedilmenin gizemini sorgular.
Julietta’nın kızına hitaben yazdığı mektupla başlayan film, geriye dönüşlerle, 13 yıllık bir zaman dilimine dayanan ayrılık dönemini, kızının babasıyla nasıl tanıştığını, doğumdan sonraki müşterek yaşantılarını anlatıyor; yakışıklı kocası Xoan, kızı Anita, onun en yakın arkadaşı olan Bea, heykeltıraş Ava, evi çekip çeviren Marian ve anne-kıza travma yaşatan dram. Almodovar, öykü anlatmadaki becerisiyle bu travmanın sırrını ustalıkla finale taşıyor.
Almodovar sinemada duyguları en etkileyici bir şekilde ifade edebilen bir yönetmen. Benzersiz duyarlılığıyla bizleri insan ruhunun karanlık labirentlerinde gezdiren Mancha’lı yönetmen, bugün 66 aşında olgunluk dönemini yaşıyor. Ancak ‘Julietta’nın vizyona girdiği günlerde, Panama Belgelerinde adının geçmesi kendisine prestij kaybettirdi.
Günümüzün hastalığı, iletişimsizliği, modern hayatın bozduğu ilişki biçimlerini anlatan ‘Julietta’da Almodovar gücü ve güzelliği tartışılmaz, karmaşık bir sinemasal sohbeti andıran, teatral tatlar içeren, sıcak ve insancıl bir sinema dili kullanıyor.
Almodovar kendine has sinemasal evrenini yansıtan yaratıcılığıyla, incelikli, mükemmeliyetçi, olgunlaşmış ve doyumsuz güzellikteki anlatımıyla ‘Julietta’da geçer not alıyor. Ama ne yazık ki son 10 yılda yaptığı filmler, 90’lı yıllardaki başyapıtlarının seviyesinde değil.
Almodovar Cannes’daki basın konferansında kadınların hayatı üzerindeki etkisinden, aşktan, tutkularından, bozulan sıhhatinden söz ederken: “Sırtımdan geçirdiğim ameliyat sonrası son üç yılda fiziksel acılar yaşadım. 1991-94 arasında, hiçbir faaliyeti olmayan bir off shore şirketi yoluyla Panama Belgelerinde adımın geçmesiyle sıkıntı yaşadım. Anne rolleri yazmayı sürdüreceğim. Ben 10 yaşıma kadar kırsal hayatta kadınlarla dolu bir çevrede yaşadım.
‘Volver’ ve ‘Annem Hakkında Her Şey’de güçlü, dirençli kadınları anlattım. Kızı tarafından terk edilmesiyle kırılgan bir kadına dönüşen, acılar içinde kıvranan Julietta onlar kadar güçlü değil.
Kıpkırmızı bir sabahlık üzerine yazılan bir jenerikle başlayan filmde, parlak ve göz alıcı renkler perdeden eksilmiyor. Görüntü yönetmeni Jean-Clude Larrieu ve besteleriyle Alberto Inglesias teknik yönden Almodovar’ın mizansenine destek veriyorlar. Almodovar ile ilk kez çalışan, Julietta’nın gençliğini ve orta yaş halini canlandıran (Juli Medem’in fetiş oyuncusu) Emma Suarez ve Adriana Ugerte rollerinin hakkını veriyorlar.
Bundan evvel Cannes’a beş kez gelen Almodovar, ‘Annem Hakkında Her Şey’ (1999) ile Mizansen, ‘Volver’ (2006) ile Senaryo Ödülü kazanmış, ‘Kötü Eğitim’ (2004), ‘Kırık Kucaklaşmalar’ (2009) ve ‘İçinde Yaşadığım Deri’ (2011) ile eli boş ayrılmıştı.
Kendine özgü kişisel bir dünya yaratarak duygulara hitap eden, cinsel açıdan özgür, kırılgan, duyarlı ve mutluluğu kovalayan karakterleri ile Almodovar İspanyol sinemasının ‘Enfant Terrible’i olarak kalacak.