1939 Beyaz Kitabı ile İngilizler, tabiri yerindeyse ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamamışlardı. Yahudileri tamamen karşılarına almışlar, Arapların isteklerine de cevap vermekten uzak kalmışlardı. Bölgede öylesine hassas bir denge oluşmuştu ki, bir taşın hafifçe yerinden oynatılması, toparlaması zor sonuçlara neden olabilirdi.
17 Mayıs 1939 Londra
St. James Konferansı iki ay önce başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İngiliz Hükümeti toplantıda tarafların sunduklarını irdeler ve Filistin politikalarına yön verecek MacDonald Beyaz Kitabını işte bugünde yayınlar. Görünen odur ki, Londra, siyasetini Avrupa’da Yahudiler üzerinde giderek artan baskıdan çok, Arapların hassasiyetleri ve talepleri üzerine oturtmuştur.
Britanya, Almanlara yakın bir yörüngede olan Arapların kendisinden kopmasını önlemek, Manda idaresi sınırları içinde artan protestolarının önüne geçmek istemektedir. Bu çerçevede, deklarasyonun yayınlandığı tarihten itibaren geçerli olmak üzere, bölgeye Yahudi göçü yılda on beş bin kişiyle sınırlanacaktır. Daha sonra ise göçün ne yöne gideceği Arapların rızasına bağlı olacaktır. Bu arada, Yahudi yatırımları sınırlanacak ve toprak satışları bazı bölgelerde tamamen yasaklanacak, bazı bölgelerde ise sınırlamalar dahilinde mümkün olabilecektir.
Yahudilerin böylesi bir metni benimseyecekleri beklenemezdi. Ben Gurion yayınlanan Beyaz Kitabı çok ciddi bir darbe olarak niteler: “Bundan daha kötü, zavallı ve dar görüşlü bir metin kaleme alınamaz”dı. Gerçekte İngiliz hükümeti Balfur Deklarasyonun temelini dinamitlemişti ona göre... “Şeytanın kendisi bile bundan daha korkunç bir karabasan yaratamazdı…” diye yazar günlüğüne.
İngilizleri esas şaşırtan ise, birçok istekleri neredeyse müzakeresiz şekilde kabul edilen Arapların, yayınlanan deklarasyona olan tepkileri olmuştu. Araplara göre Filistin’de hemen bir Arap Devleti kurulmalı, bu topraklara Yahudi göçü kesinlikle durdurulmalı, dahası, buraya 1918’den itibaren göç etmiş her bir Yahudi’nin statüsü yeniden gözden geçirilmeliydi.
İngiltere’nin ilan ettiği yeni siyaset Yahudileri her yerde olumsuz etkilemişti. Filistin’de İngilizlere karşı beyanatlar, gösteriler, grevler gündelik hayatın bir parçası olmuştu. Yahudi gençlerinin sokak ve meydanlarda gerçekleştirdikleri mitinglerde taşıdıkları pankartlarda, Beyaz Kitap Nürnberg Yasaları ile, MacDonald ise Hitler ile özdeşleştiriliyordu.
Beyaz Kitabın etkileri
Beyaz Kitabın yayınlanması ile savaşın başlaması arasındaki kısa sürede İngilizler bu kez Yahudi saldırılarından nasiplerini almaya başlar. Hagana’nın o ana dek süregelen ‘pasif’ politikasını onaylamayan ve seneler önce kendi komuta idaresini ve milis kuvvetini kuran Revizyonistlerin İrgun grubu, İngiliz hedeflerine saldırılarda bulunuyor, telefon kabinlerini uçuruyor, hükümete bağlı işyerlerini bombalıyor, döşediği mayınlarla Kudüs’teki postaneyi tahrip ediyordu... Aynı zamanda Araplara karşı saldırılara da devam ediyordu.
Olaylar kontrolden çıkmaya başlamıştı. İrgun komutanı Davit Raziel ve bazı arkadaşlarının tutuklanmış ve ağır işkenceler gördükleri sokaklarda konuşulur olmuştu. Bir kadın tutukluya kötü davranışlarda bulunduğu tespit edilen bir İngiliz polis görevlisi sokak ortasında suikasta kurban gitmişti.
Artan gerilim İngilizleri, Yişuv yönetimi ile karşı karşıya bırakmaya başlar. O ana dek Yahudi toplumunda siyasi gündemi tayin eden ekibin oluşturduğu mekanizma, İşçi Hareketi altında vücut bulmuş, İşçi Sendikası Histardut’tan savunma örgütü Hagana’ya, bir dizi Yahudi oluşumu, İngilizlerin de ses çıkarmaması ile gündelik yaşantıya yön verir olmuştu. Ancak İrgun’un, İngilizlerin Yahudi halkının temsilcisi olarak gördüğü bu ekipten bağımsız hareket etmesi ve terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamasını İngilizlere kabul ettirmek zordu.
Ben Gurion bu saldırıların temelinde İngilizlerin Beyaz Kitap ile bölgeye göçü büyük oranda kısıtlamaları olduğunu, İrgun’un saldırılarının bir “göç terörü” olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade ediyordu. Öte yandan, Filistin’deki Yahudi toplumunda artan sesleri de dikkate almak zorundaydı. 1939 yazı, Avrupa’da savaş seslerinin iyiden iyiye arttığı bir dönemdi.
Yişuv yönetiminin geldiği noktayı şöyle özetliyordu Ben Gurion: “Almanya, Avusturya ve Avrupa’nın birçok bölgesinden Yahudi gençlerini sahillere yığacağız ve İngilizleri zorlayacağız. Onları Avrupa’ya geri göndermek, ya da hemen orada öldürmek arasında tercihte bulunmaya zorlayacağız.” Böylesi bir durumun hem dünyada, hem de özellikle Amerika ve İngiltere’de ‘insani bilinci’ hareketlendireceğini umuyordu.
Tarih bunun pek de öyle gerçekleşmediğini gösterecektir.
Öte yandan Haziran 1939’da Montgomery ve emrindeki ordu Arap ayaklanmasını tamamen ezmişti… “İsyan tamamen ve son noktasına dek durdurulmuş durumda. Ülkede öylesine güçlü bir noktadayız ki bundan böyle bu türden hareketlerin bir daha olması muhtemel değil…” diyordu yazdığı raporunda.
İngilizlerin isyanı durdurmadaki başarılarına ve Beyaz Kitabın getirdiği yeni siyasi stratejiye rağmen, Londra’dakiler artık Filistin defterinin kendileri için kapanmış olduğunu hissetmeye başlamışlardı. Montgomery şöyle devam eder: “Yahudiler Arapları katlediyor, Araplar da Yahudileri. Şu anda Filistin’de olan bu. Ve öyle görülüyor ki bu durum daha uzun yıllar boyunca değişmeyecek.”
Üst düzey bir İngiliz yetkili bir adım daha ileri giderek şunları not düşüyor günlüğüne:
“Araplar haindirler, onlara kesinlikle güven olmaz… Yahudiler tamahkardırlar ve durum elverirse saldırgan olmaktan kaçınmazlar. Arapların Yahudileri yönetemeyeceklerine, hatta Yahudilerin de Arapları yönetemeyeceklerine ikna olmuş durumdayım.”
Genel Vali MacMichael ise bölgeye sürülecek bir milyon askerin bile buradaki sıkıntıyı durduramayacağına işaret eder. İngilizler Arapların her şeye rağmen kendilerinden nefret ettiğine kanidirler. “Ortada Yahudi emeller olmasaydı bile Araplarla iyi ilişkiler kurmamız çok zor olurdu, çünkü biz buraya onları yönetmeye geldik. Yeni nesil ise kendi kendini yönetme hakkını talep ediyor ve bizim bunu kendilerine vermemiz gerek diye düşünüyorum…”
Esasında Arapların Beyaz Kitap’tan bile büyük bir başarıları vardı: İngilizleri Filistin’den soğutmuşlardı. MacMichael’in ifade ettiği gibi ancak büyük bir felaket, bir deprem ya da büyük bir savaş bu durumu değiştirebilirdi. Her şey olabildiğince kötüydü…
Doğu Akdeniz’deki gelişmeler
1936 ile 1939 yılları arasındaki dönemi kapsayan Arap İsyanı boyunca Avrupa ve Akdeniz’deki gelişmeler İngiltere’nin Filistin politikasını birebir etkileyen önemli detaylarla doludur. Etiyopya’nın 1935 yılında İtalyanlar tarafından işgal edilmesinden bu yana, İngiliz yetkilileri düşündüren önemli noktalardan biri, Roma’nın Mısır’a duyabileceği ilgiydi. Aynı şekilde Doğu Akdeniz’de varlığını önemli şekilde arttırmaya aday bir İtalya, buradaki Britanya çıkarlarına zarar verebilir, Fransa’nın yanında bölgede önemli bir oyuncu konumuna gelebilirdi. Hele hele Mussolini ile Hitler’in kurdukları dostluk, İspanya İç Savaşı esnasında bunların, General Franko’ya verdikleri destek de göz önüne alınırsa, bölgede durum aniden tersine dönebilirdi.
Olası bir savaşta İngilizlerin Doğu Akdeniz’deki filolarının önemli bir kısmını Uzakdoğu’ya kaydırma durumunda olabileceği ve burada yalnız Mısır ve Süveyş Kanalını koruyabilecek sembolik bir kuvveti bırakmaları gerekebileceği diplomatlar ve kurmay heyet tarafından ifade ediliyordu. Dolayısı ile Filistin hakkındaki değerlendirmelerin bu dönemde ‘savaşın gereksinimleri’ açısından yapılır olması normaldi. Bir de İtalyanların Etiyopya’daki konumlarından dolayı Kızıldeniz girişini kontrol altında tutmaları konusu vardı ki, bu olası bir savaşta Hindistan’dan Akdeniz yönüne aktarılacak birliklerin kara yolu ile Irak ve Filistin üzerinden buraya gönderilmeleri demekti. Arap İsyanının bitirilmesi bu açıdan da son derece hayatiydi.
Üç kıtanın buluştuğu yerdeki çöllerle kaplı bu toprakların stratejik önemi tavan yapmıştı. Burada dengeli bir politika izlemeli ve komşu ülkelerde yaşayan Araplara da ‘siyaseten karşıymış’ gibi davranılmamalıydı. Suriye, Irak ve Mısır’daki halkın İngilizlere karşı olası bir tepkisi bölgeyi hızla Alman ve İtalyanların kucağına itiverirdi. Ocak 1939’da Kraliyet Savunma Komitesi toplantısı sonrasında yayınlanan ve MacDonald Beyaz Kitabına dayanak teşkil edecek bildiride bu telaşın izlerini bulmak mümkündü.
Not etmek gerekirse:
“Majesteleri Hükümeti, 1917 Balfur Deklarasyonunun, Filistin’in Arap halkının istekleri hilafına bir Yahudi ülkesi haline dönüştürülmesini kastetmediğine inanıyor. Yalnızca Filistin’de kurulacak bir devlet içinde bir Yahudi ulusal yuvası oluşturulmasını destekliyor. Dolayısı ile 1939’dan başlamak üzere, Yahudi göçünün her yıl 15 bin ile kısıtlanması, bu amaca giden yolda gereklidir. Bundan sonraki süreçte Yahudi göçü Arap onayına tabi olacaktır. Yahudilere limitsiz toprak satışı yalnızca kıyı şeridi ile kısıtlı olacaktır. Bu deklarasyonun yayınından on sene sonra burada bağımsız bir devlet öngörülmektedir. O zamana dek Yahudi nüfusu bölgede üçte bir oranına ulaşacaktır. İngiltere, gelecekteki devletin sorunsuz işlemesi için gerekli kurumsal altyapıyı gerçekleştirecektir. Bu yapının içinde Araplar ve Yahudiler dengeli bir şekilde yer alacaklardır. On senelik süreç sonunda bölge böylesi bir devletin oluşmasına hazır hale gelmezse, İngiltere burada yaşayan Arap ve Yahudilere, komşu Arap ülkelerine ve Milletler Cemiyetine danışacak ve buna göre yeni bir strateji belirleme noktasına gelecektir.”
Filistin’deki Yahudi ve Arap toplulukları 1919 yılından bu yana ciddi oranda büyümüş ve ilk günlerde olduğunun aksine uzun zamandır yan yana yaşayamaz olmuşlardı. Balfur Deklarasyonu itibarı ile bölgede yüzde 10 olan Yahudi nüfusu 1939 – 1940 yıllarında yüzde 65 oranında bir artış göstererek toplam nüfusun yüzde 30’una varmıştı. Göçün önemli bir bölümü 1930’lu yıllarda gerçekleşmişti. Buna bir de yasal olmayan yollardan gelen ve sayıları 30 ila 40 bin arasında olduğu tahmin edilen göçmeler ilave edilirse, Arapların korkularının anlamsız olmadığı sonucuna varılabilir.
Arap nüfusu da aynı dönemde artış göstermişti, ancak bu toplumda göçebe yaşantı o denli yaygındı ki sağlıklı bir sayıya ulaşmak neredeyse olanaksızdı. Bilinen en önemli nokta Araplar arasındaki doğum oranının, artışın en önemli nedeni olduğuydu. Yapılan tahminlere göre her kadın yedi çocuk dünyaya getirmekteydi. Alınan sağlık tedbirleri ile çocuk ölümlerinin ciddi oranda azalması Arap toplumunda bir nüfus patlaması yaşanmasına neden olmuştu. 1922 yılından 1940’lara gelindiğinde, Arap nüfusu 660 binden bir milyonun üzerine çıkmıştı.
İki toplumun ekonomik hayata katkıları ise nüfuslarına ters orantılı şekilde gelişiyor ve aradaki makas Yahudiler lehine günden güne gözle görülür bir şekilde açılıyordu. Araplar yalnız tarım ve çoğunlukla hayvancılıkla geçinip yatırımcı mantığı ile çalışmaktan uzak bir görüntü içindeyken, Yahudiler işsizliği azaltacak ve daha fazla göçmeni asimile edecek şekilde stratejiler geliştiriyor, yatırımlar yapıyorlardı.
1939 Beyaz Kitabı ile İngilizler, tabiri yerindeyse ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamamışlardı. Yahudileri tamamen karşılarına almışlar, Arapların isteklerine de cevap vermekten uzak kalmışlardı. Bölgede öylesine hassas bir denge oluşmuştu ki, bir taşın hafifçe yerinden oynatılması, toparlaması zor sonuçlara neden olabilirdi.
İleriki tarihler, Büyük Savaş süresince, Arapların Almanlarla yakınlaşmalarına ve bölgedeki Yahudilerin Britanya ile işbirliği içine girmelerine, aynı zamanda Beyaz Kitabın getirdiği göç kotasının kaldırılması için amansızca mücadele etmelerine tanık olacaktı.
Ben Gurion’un sözleri, Filistin’deki Yahudi toplumunun savaştaki durumunu anlamlı bir şekilde özetlemektedir:
“Bu büyük savaşta İngilizlerle omuz omuza ‘Beyaz Kitap hiç yokmuşçasına’ savaşacağız… Beyaz Kitaba karşı ise sanki hiç savaş yokmuş gibi mücadele edeceğiz.”