Deniz kıyısında kurulmuş, çok büyük ve güzel bir şehirde, yaşlı bir adam ölüm döşeğinde yatıyordu. Ülkenin en zengin kişisi olan bu adamın adı Mar Şalmon’du. Bu öyküde babasının vasiyetini dinlemeyen oğlu Bar Şalmon’un başından geçenleri anlatacağız.
Son derece lüks bir şekilde döşenmiş olan yatak odasının tam ortasında duran yatağında, ipek yastıklara başını dayamış olan adam, son nefesini vermek üzereydi. Yaşlı adamın ağlayan gözleri, yavaşça batmakta olan güneşe bakıyordu. Güneş ateşten bir top gibi, ağır ağır körfezin sularına gömülüyordu.
Mar Şalmon “Oğlum Bar Şalmon nerelerde?” diye zayıf bir sesle seslendi. Sonra ipek yorganların içinden elini titrekçe sallayarak, görünmeyen bir şeylere elini uzattı. Gencin gözleri yaşlarla dolmuştu. Yaşlı adam zorlukla ve alçak sesle konuştu: “Sevgili oğlum, ben bu dünyadan göçmek üzereyim. Ruhum artık yorgun bedenimi terk etmek üzere. Güneş ufukta yok olacağı zaman, ben de gitmiş olacağım” dedi ve devam etti:
“Çok uzun yaşadım ve inanılmaz bir servete sahip oldum. Kısa bir süre sonra her şey senin olacak. Bu serveti sana öğrettiğim gibi dikkatli kullan. Oğlum her zaman inançlı ol ve bizim asil Yahudi inancımızı çok iyi koru ve bağlı kal. Bana bu konuda söz vermeni rica ediyorum.” Bar Şalmon ağlayarak, “Sana söz veriyorum babacığım” diyerek boynunu büktü. Babası, “Hayır, hayır oğlum lütfen ağlama. Ben hayatımı boşa harcamadım. Şimdi seninle gençliğime ait bir acımı paylaşmak istiyorum. Gençliğimde büyük bir servetin sahibi olmuştum ama pişman olacağım şeyler yaşamıştım. Şimdi senin için endişeleniyorum. Sevgili oğlum, şimdi bana yemin vereceksin. Kesinlikle deniz aşırı ülkelere gitmeni istemiyorum. Kendini hainlerden koru” dedi. Bar Şalmon babasının elini tutarak “Sana bütün samimiyetimle yemin ediyorum ki asla doğduğum bu yerlerden dışarıya gitmeyeceğim babacığım” dedi. Yaşlı baba, “Bu cennetin huzurunda verilmiş bir sözdür. Bunu hiç unutma ve sözünü tut” dedi.
Kısa bir süre sonra da ölüler diyarına göç etti. Bütün şehir halkı Mar Şalmon’un cenazesine akın etti ve ardından yas tuttu. Çünkü yaşlı adam, çok iyi yürekli, cömert ve büyük bir hayırseverdi.
Oğlu Bar Şalmon, artık babasının tüm görev ve sorumluluklarını yüklenmişti. Aynı onun gibi akıllı, cömert ve hayırsever bir kişiliği vardı.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Bir gün limana çok uzaklardan gelen bir gemi yanaştı. Kaptan hiç kimsenin anlamadığı bir dilde konuşuyordu. Çok kültürlü bir adam olduğu için, hemen Bar Şalmon’a gidildi. Adam gerçekten de bütün şehirde bu dili konuşan tek kişiydi. Kaptanla konuştuğu zaman, gemi ile gelen malların ölen babası Mar Şalmon’a ait olduğunu öğrendi.
“Ben Mar Şalmon’un oğluyum. Babam artık hayatta değil. Bu yüzden, onun yerine geçtim” dedi. Kaptan, “O zaman dünyanın en zengin adamı sizsiniz” dedi.
“Gemim şu anda muazzam ölçüde değerli mücevherler, değerli taşlar ve hazinelerle yüklü. Mar Şalmon’un şanslı oğlu, bunlar size ait olan servetin çok küçük bir bölümü. Esas servetiniz deniz aşırı bir ülkede bulunuyor” dedi. Bar Şalmon şaşırarak, “Babam bana bu servetten hiç söz etmemişti. Gerçi onun gençliğinde, uzak diyarlara gidip ticaret yaptığını biliyordum ama işin boyutundan haberim yoktu. Babam bana kesinlikle denizaşırı ülkelere gitmemem için yemin ettirdi” dedi. Kaptanın kafası karışmıştı;
“Hiç anlayamıyorum. Ben buraya kendi babamın isteği üzerine geldim. Babam Mar Şalmon’un hizmetkârıydı. Uzun yıllar onun geri dönmesini ve servetine sahip çıkmasını sabırla bekledi. Ölüm yatağında iken bana bu ülkeye gelip, patronunu veya mirasçısını bulmamı vasiyet etti. Şu anda benim yaptığım da zaten bu” dedi. Elindeki belgeleri ona gösterdi. Bütün bu servetin Bar Şalmon’a ait olduğuna hiç şüphe yoktu. Kaptan, “Bu serveti hemen sahiplenmeniz gerekiyor. Yoksa çok geç olacak. Ülkemin yasalarına göre, gelecek yıl tüm haklarınızı kaybedeceksiniz” dedi. Bar Şalmon, “Ben sizinle gelemem. Babama cennetin huzurunda, asla denizaşırı ülkelere gitmeyeceğime dair yemin ettim” deyince kaptan gülmeye başladı. “Sizi gerçekten hiç anlayamıyorum. Babam bana sizin babanızın çok akıllı ve şahsiyetli bir adam olduğunu söylemişti. Bu garip yemini anlamış değilim. Bence o, malını, servetini, hazinelerini böylesine akılsızca ihmal etmezdi” dedi.
Bar Şalmon kızgın bir edayla adamın sözünü kesti. Ama fena halde huzursuz olmuştu. Şimdi aklına babasının yabancı ülkeler hakkında anlattıkları geliyordu.
Aslında kendisi de bu yerleri merak ediyordu. Ama Mar Şalmon ona sahip olduğu bu zenginliklerden asla söz etmemişti. Bu konuyu kaptanla uzun uzun tartıştıktan sonra, sonunda bu yolculuğa çıkmaya karar verdi. Kaptan ona, “Korkmanıza hiç gerek yok. Bence babanız size bu servetten söz etmemekle hata etmiş. Ama o ülkemizin yasalarını bilmediği için öyle davranmıştır” deyince Bar Şalmon’un kuşkuları yatıştı.
Evinde eşi ve çocuklarına durumu anlatarak, sevgi dolu sözlerle vedalaştı. Sonra arkadaşları ve işlerinin yetkilileri ile de vedalaştı. Ertesi gün o garip gemiye binerek yola çıktı.
İlk üç gün her şey yolundaydı. Ama dördüncü gün gemi yavaşladı. Yelkenler direklerinden aşağı doğru gevşekçe sarkmaya başladı. Hiç rüzgâr esmiyordu. Tayfa başıboş güverteye uzanmış, bir esinti olmasını bekliyordu. Bar Şalmon bunu fırsat bilerek geminin mürettebatına bir ziyafet vermeyi planladı.
Adamlar sofra başında ziyafetin tam ortasındayken, gemi birdenbire hareketlendi. Rüzgâr esmiyordu ama gemi son hızla hareket ediyordu. Kaptan telaşla dümene geçmişti. Ama geminin kontrolünü eline geçiremiyordu.
“Bu gemi efsunlanmış” diye bağırıyordu.
“Rüzgâr yok, akıntı yok ama sanki bir fırtınanın içine çekiliyor gibiyiz. Yolumuzu kaybedebiliriz…” Panik tüm mürettebata yayılmıştı, sadece Bar Şalmon sakinliğini koruyordu. Çarkçıbaşı bağırdı ve Bar Şalmon’a bakarak; “Aramızda uğursuz biri var, onu denize fırlatalım!” dedi. Gemiciler hemen Bar Şalmon’a doğru hamle ettiler. Tam o sırada direkteki gözcü ‘kara göründü’ diye bağırdı.
Gemi kumsala oturur...
Gemi dümenin manevralarına uymadan, kendi kendine kumsala oturdu. Geminin gövdesi titriyordu, ama infilak etmemişti. Karaya oturdukları kumsal çöl gibiydi. İnce sarı bir kumla kaplıydı. Tek bir kaya veya tepe yoktu. Az ileride tek bir ağaç yükseliyordu Kaptan, “Önce zararımızı kontrol edelim” diyerek gemiyi uzun uzun denetledi, sonra kara kara düşünmeye başladı:
“Peki, biz saplandığımız bu kumlardan kurtulup denize nasıl geri döneceğiz?”
“Anlamıyorum, burası çok acayip bir yer” diye homurdanıyordu. Ne seyir defterinde, ne de haritada böyle bir yer yoktu. Bar Şalmon, “Acaba bu yeri keşfetmemiz gerekmiyor mu?” diye sordu. Çarkçıbaşı, “Kesinlikle hayır. Bu kıyıda tek bir dalgakıran bile yok. Bence burada hiç kimse yaşamıyor” dedi. Sonra devam etti, “Bence burası iblislerin ülkesi olmalı, buraya uğursuz biri yüzünden çakıldık kaldık” diye homurdandı. Bar Şalmon, “Ben keşfe çıkacağım, benimle gelen herkese, ellişer gümüş taç hediye edeceğim” dedi. Kimse yerinden kıpırdamayınca bu kez ellişer altın taç teklif etti. Yine kimse yerinden kıpırdamayınca onlara tek başına gideceğini söyledi. Kaptan ona mani olmaya çalışıyordu. Bar Şalmon yavaşça gemiden kıyıya atladı. O anda gemi şiddetle sarsılmaya başladı.
Çarkçıbaşı, “Ben size ne demiştim? Başımıza gelen felaketin tek sebebi Bar Şalmon’dur. Şimdi hemen gemiyi hareket ettirmemiz lazım” dedi ama gemi bir milim bile yerinden kıpırdamadı. Bar Şalmon ağacın yanına giderek tepesine tırmandı. Birkaç dakika sonra elinde ince bir ağaç dalı vardı, “İleride daracık bir yol var. Görünürde ne bir insan var, ne de diğer bir canlı…” diye seslendi ve gemiye binmeye hazırlandı. Ama tayfa buna izin vermedi. Çarkçıbaşı, eline kılıcını almış, tam önünde duruyordu. Kaptan onları sertçe uyararak, Bar Şalmon’un onların patronu olduğunu hatırlattı. Bar Şalmon elindeki dalla geminin gövdesine vurdu.
Ona itaat etmeleri gerektiğini söyledi. Bar Şalmon dalla gövdeye bir daha vurdu ve “Şimdi bir daha vuracağım. Eğer efsunluysa, bu üçüncü vuruştan sonra bir şeyler olmalı!” dedi. Dal ile gövdeye üçüncü kez vurduğunda, bu sefer geminin pruvası hareketlendi. Gemi aniden kumun üzerinden sıçradı ve hızla süzülmeye başladı. Bar Şalmon kumların üzerindeydi ve gemi hızla uzaklaşıyordu.
“Geriye dönün!” diye haykırıyordu. Kaptan bütün gücü ile dümeni geriye kırdığı halde, gemi durmuyordu. Sonunda Bar Şalmon, geminin bir nokta kadar küçüldüğünü ve gözden kaybolduğunu dehşetle gördü. Kendi kendine, “Dünyanın en zengin adamı için, ne kadar berbat bir son” diye acı acı düşünüyordu.
Birdenbire korkunç bir kükreme ile yerinden sıçradı. Ağacın dallarının arasından kükreyen bir aslan, ona ateş gibi gözleriyle bakıyordu…
Devamı haftaya…
Kaynak: Aunt Naomi’s Stories: Gertrud Landau/1919