Takvimler haziran ayını gösterdiğinde basketbolun en heyecanlı dönemi gelir. Yavaş yavaş playoff’ların sonlarına gelinir ve final serileri tüm rekabetiyle bizi ekran başına bağlar. Bu haziran da vaat ettiğinin çok üzerinde seriler sundu bize. Bu nedenledir ki bu yazıda hem Türkiye Basketbol Ligi hem de NBA finalleri hakkındaki duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Önce memleketten başlayalım: Anadolu Efes – Fenerbahçe Final Serisi
Anadolu Efes – Fenerbahçe arasındaki final serisi Fenerbahçe’nin 4-2 üstünlüğüyle sona erdi. İlk düdükten son anına kadar iki inatçı takımın yaptığı bu mücadele, uzun bir sezonun sonunda yorgun düşen bir Fenebahçe’yle, Koç Ivkoviç’in yerine gelen Ahmet Çakı’nın getirdiği yeni kimliği deneyen bir Efes arasında geçtiği için, serinin her maçı kendi içinde ayrı bir hikâyeye sahip oldu. Efes’in ev sahibi avantajıyla başladığı İlk maçta çekişme son saniyeye kadar sürdü ve kazanan Fenerbahçe oldu. İkinci maçta Anadolu Efes’in maç içinde ara ara yaptığı etkili tam saha baskıya dayanamayan Fenerbahçe, Efes’in dalga dalga gelen fastbreak’lerini de durduramayınca farklı yenilgiden kurtulamadı.
Seri Ataşehir’e taşındığında ise rüzgâr tamamen Fenerbahçe’nin arkasına geçti ve Sarı-Lacivertliler evinde oynadığı iki maçı da rahat bir oyunla kazanmasını bildi. Beşinci maç klişe bir deyimi kullanmak gerekirse kendi içinde iki farklı maça sahne oldu. İlk yarıda psikolojik olarak sahada yokları oynayan Efes, bir ara 20 sayı geriye düşse de ikinci yarı bu sefer de Fenerbahçe’nin dağılmasıyla geri gelmesini bildi, maçı kazandı ve seriyi 3-2’ye getirip seriyi Ataşehir’e tekrar taşıdı. Altıncı maçta ise Fenerbahçe’nin bu sezon yaptığı 74. maç olmasının verdiği yorgunluğa rağmen, işi evinde bitirmek isteğinin verdiği motivasyonla beraber Efes’in seri boyunca fiziksel eksikliğinin getirdiği yorgunluk birleşince maç ilk yarıdan koptu. Farkın bir ara 40 sayıya kadar çıktığı maçta Efes yine de ne kadar karakterli bir takım olduğu kanıtladı ve son çeyrekte Fenerbahçeli taraftarları bir “acaba” düşüncesine sevk etti. Ancak sonunda Fenerbahçe işleri kontrol altına aldı ve şampiyonluğu göğüsledi.
Her maçın Euroleague sertliğinin çok üstünde geçtiğini söylemek bana büyük bir haz veriyor. Avrupa basketbolunu sevenlerine cazip kılan savunma sertliği, koçların stratejik savaşı ve seyirci baskısı namına hiç bir eksik yoktu. Hele bir de Efesli oyuncular ikincilik madalyalarını alırken Fenerbahçeli tarafların onları alkışlaması o özlemle beklenen basketbol kültürü acaba yerleşti mi sorusuyla ağzımıza bir parmak bal çalarak önümüzdeki sezonu dört gözle beklememizi sağladı.
Gidelim şimdi okyanusun öbür tarafına: Cleveland Cavaliers – Golden State Warriors Final Serisi
Açıkçası bu serinin maçlarını teker teker anlatmaya gerek yok çünkü serinin genel hikâyesi başlı başına yeteri kadar uzun ve doyurucu. Tarihi bir sezonun ardından Oklahoma’ya 3-1’den geri gelip finale yükselen bir Golden State, görece kolay Doğu Konferansı’nda tekleme sinyalleri veren Cleveland’a karşı. Bir tarafta lige getirdiği yeni solukla ortalığı kasıp kavuran Stephen Curry, öbür yanda ligin en iyi oyuncusu hala benim demek isteyen Lebron James.
Birçok NBA otoritesine göre Golden State açık ara favori konumdaydı. Seri ilk iki maçın iki takım arasında paylaşılmasıyla başladı. Peki ya sonra? Golden State, iki maç kazanarak 3-1 öne geçti. Ve beşinci maçı kendi evinde oynayacaktı. Türk basınının çokça kullandığı deyimle “şampi” idi, hatta “şampiyo”.
Ancak Lebron James, aldığı tüm eleştirilere ve sinirlerine hakim olamadığı sinyallerini vermesine rağmen takımının NBA finaller tarihinin en önemli geri dönüşünü gerçekleştirmesinde öncü oldu. “Her maça teker teker bakacağız” sloganıyla ilerleyen Cleveland, 1 değil, 2 değil tam 3 kere Golden State’in maç servisini kırdı ve şampiyonluğu göğüsledi.
Serinin en unutulmaz anı ise son maçın son çeyreğinde Andre Iguodala’nın 79-79’luk beraberliği bozmak için tam gazla potaya giderken Lebron James’in gökten inip onu bloklaması oldu. O pozisyonun dönüşünde Kyrie Irving el üstünden 3’lüğü atarak bir nevi öldürücü hançeri sapladı ve Oakland’daki seyirciyi yasa boğdu.
Herhalde pazarlama konusunda bir dünya markası olan NBA daha güzel bir son istese yazamazdı. Bir yanda “loser” yaftasını üzerinden yırtıp atan Lebron’un geri dönüşü, öbür tarafta elinde tuttuğu kupayı rakibine veren bir takımın lideri olarak Stephen Curry. Bu yazının sonuna geldiğimde çok sevdiğim bir dizinin sezon finalini izlemişliğinin verdiği burukluğa benzer bir duygu yaşasam da bu iki ligde de birbirinden güzel, çekişmeli maçlar izlemiş olmanın tesellisiyle kendimi avutuyorum.
Neyse ki basketbol şöleni en kısa zamanda hayatımıza geri dönecek, hem de uluslararası ekollerin çarpışacağı en büyük arenada, Olimpiyatlarda!