Festivale ait bu son yazıda hayal kırıklıklarımı paylaşmak istiyorum. Önce de belirtmiş olduğum gibi, estetiğin, kurgunun kuralları vardır ama sanatla ilgili yorumlar her zaman özneldir: Beğendiklerim ya da beğenmediklerime ait izlenimlerim her türlü yargılamadan uzak, sadece kişisel hissiyatımı aksettirmektedir.
‘Zululuzu’
Yurt dışından gelen toplulukların hemen hepsi çok ilginç çalışmalarla gelirken, dünya prömiyerini festivalde yapan ‘Zululuzu’ henüz olgunlaşmamış ve oturmamış bir gösteriyle karşımıza çıkıyordu. Söz aramızda, şahsen, olgunlaşıp oturduğunda da ortaya çıkacak olandan pek umutlu değilim.
‘Needles and Opium’
Bir hayal kırıklığı da, festivalin heyecanla beklenen oyunlarından, ünlü Kanadalı oyuncu, yazar, yönetmen Robert Lepage’ın, metnini Jean Cocteau’dan yola çıkarak yazdığı ve yönettiği, müzik, büyü ve görsel imgelerle sahneyi dönüştürdüğü söylenen oyunu ‘Needles and Opium’un, yaratıcı ekipte oluştuğunu belirttikleri sorunlar yüzünden gelemeyeceklerini bildirmeleriydi.
Mehmet Ergen’den ‘Baba ve Piç’
Arcola Theatre ve Talimhane Tiyatrosu ortak yapımı ‘Baba ve Piç’, Elif Şafak’ın bir dönem çok tartışılan, hakkında soruşturmalar açılan, yine de yazarının en çok okunan romanının Angelo Savelli tarafından yapılmış tiyatro uyarlaması. O güzelim romandan bu kadar kof, yüzeysel ve tiyatrodan uzak bir uyarlama yapılabileceğine hâlâ inanasım gelmiyor.
Neden mi? Hani deveye boynun niye eğri diye sormuşlar ya…
Birincisi, oyunda Elif Şafak’ın gerçeküstüne ve fantastiğe kayan o güzelim şiirsel gerçekçiliği yok olmuş. Yok olunca da, romanın o masalsı gerçeği, inandırıcılığını tamamen yitirmiş.
İkinci kayıp, Şafak’ın İngilizce orijinali ‘Bastard of İstanbul’daki, o güzelim Türkçe çeviriye de yansımış olan dilinin nefis müzikalitesi. O hiç yok! Bu kaybı dengelemek için oyunculara eşlik eden bir yaylı çalgılar dörtlüsünün canlı performansı var ama quartet’e ‘piano’ hatta ‘pianissimo’ çalmaları talimatını verilmediğinden, müzik konuşmalarla her çakıştığında replikler yok olmuş.
Türkiye’nin sekiz müthiş kadın oyuncusundan (Serra Yılmaz, Nihal Koldaş, Selen Uçer, Hande Ataizi, Aysan Sümercan, Pelin Ermiş, İdil Yener, Nora Tokhosepyan) bu kadar sönük ve tatsız bir oyunculuk elde etmekse, sanki tersine bir tiyatro dersi. Serra Yılmaz’ın dört dörtlük performansı, Hande Ataizi’nin çok iyi oyunculuğu, müthiş karizması, güzelliği ve çekiciliğiyle çok başarılı Zeliha yorumu bile ‘Baba ve Piç’i kurtarmaya yetmiyor. Romanın iki kilit karakterinin, ‘Baba / Gökçen Gökçebağ’ ve ‘Piç / Pelin Ermiş’in yorumlarının toplu oyunculuğun en işlenmemiş ve ham iki halkası olmasının da buna etkisi büyük.
Hikâye anlatıcılığını aşan, neredeyse gereksiz bir okuma tiyatrosuna dönüşmüş sahnelemede, üç beş diyalog dışında her bir oyuncunun yaptığı, seyirciye dönerek kendi öyküsünü anlatmak ki, bu iki saatlik hantal gösteriyi tiyatro yapmaya yetmiyor. ‘Baba ve Piç’in okuma tiyatrosu yorumu yerine romanı bir kez daha okumayı benim gibi yeğleyen çok olur sanırım.
Bir de şive taklidi sorunu var. Benim kuşağın Rumları, Ermenileri ve Yahudileri çoklukla Türkçeyi aksanlı konuşurdu. Gayrimüslim yaşıtlarım arasında, benim ve küçük amcamın dışında gurur duyduğum düzgün Türkçeyi konuşabilenler azınlıktaydı. Buna karşın kırklı yaşlarındaki çocuklarımızın, hele onların çocuklarının kuşakları İstanbul Türkçesini son derce düzgün ve aksansız konuşurlar. Günümüz Amerika’sında yaşayan Ermeniler de aynı şekilde İngilizceyi rahat ve doğru konuşurlar. Amerika’daki genç Ermenilerin, üstelik beceriksiz, yanlış vurgulu kulak tırmalayan ‘şiveli’ konuşmasının nedenini çözebilmiş değilim.
Elif Şafak’ın, 1915 yılında yaşanan olaylarla Türk ve Ermeni kökenli iki aile arasındaki ilişkiler üzerinden iki toplumu incelemeye çalışırken, olayların insancıl ve birleştirici, barıştırıcı duygusunu ele alır. Dekorun fonundaki, Fatih Akın’ın ‘The Cut’ına çok yakışacak gibi duran devasa tehcir tablosunun, ‘Baba ve Piç’in tematiğinden çok uzak kaldığını düşünüyorum.
Ben hiç sevemedim ama sonuçta tabii ki karar sizin. Sezonda farklı bir cast ile yorumlanma olasılığı var.
Elvin Beşikçioğlu’nun ‘Hizmetliler’i
Paris’te dünyaya gelen, babası bilinmeyen, annesi tarafından yedi aylık bir bebekken terkedilmiş olan lanetli sanatçı Jean Genet (1910-1986), ilk gençliğinde çok sayıda yasadışı olaya karıştı, yetimhane, ıslahevi ve hapishanede geçirdiği yılların ardından dehası sayesinde büyük bir yazar olarak dünyaca ün kazandı.
Aidiyetsizliği yaşamı boyunca süren Genet, yaşamında olsun, yazdıklarında olsun, toplumca takınılmış ahlâk ve değer sistemlerini kökten sorgulamış, her aşağılanan ve küçümsenende derin bir güzellik arayarak, şiirlerinde, romanlarında ve oyunlarında onları saygınlıklarına kavuşturmaya çaba göstermiş, arı, zengin ve olağanüstü şiirsel bir dille sapkınlığı, kötülüğü, erotizmi ve başta eşcinsellik, her türlü cinselliği yüceltmiştir.
Genet’in karmaşık dünyasının çelişkili kahramanları, toplumca makbul sayılmayan, kendilerine benzemeyenlere yaşama şansı tanımayan düzene karşı duran ‘hiç kimselerdir’.
Bu karşı duruşu dünyayı değiştirmek yerine, kendi gerçeklerinin dışında bir dünyanın kavuşulmamış anısıyla beslenerek farklı kimliklere bürünerek de yapmaya çalışırlar.
Genet’in Mans’da 1933 yılında yaşanan gerçek bir olaydan, yanlarında yedi yıl hizmetçi olarak çalıştıkları evin hanımıyla kızını bıçak ve baltayla öldüren, gözlerini oyan, etlerini doğrayan, bacaklarını kesen Papin Kardeşlerin tüyler ürpertici cinayetinden esinlenerek 1947’de yazdığı tek perdelik ‘Les Bonnes / Hizmetçiler’, etkileyici ve tedirgin edici bir oyun. Tabiî ki Genet, kendi hizmetçileri Solange ve Claire’i yaratırken onları kişisel tutkularına, yerleşik kurallara karşı çıkma zevkine, ölüm konusundaki görüşlerine göre yeniden kurguladı.
Claire ve Solange yanlarında çalıştıkları Madame / Hanımefendi’den hem nefret etmekte, hem de ona hayranlık duymaktadırlar. Hanım da hizmetçilerine benzer bir sevgi / nefret tutkusuyla bağlıdır. Üç kadını birbirine sadece sevgiyle nefret değil, gizemli ve rahatsız edici bir bağımlılık, elle tutulur bir eşcinsel çekicilik de bağlamaktadır.
Hanımefendi evde olmadığı zaman hizmetçiler birbirlerinin ve Hanımefendi’nin kimliğine bürünerek, sonunda onu boğar gibi yaptıkları tuhaf bir oyun / ritüel gerçekleştirirler.
Bu tekinsiz ritüelde öldüren-öldürülen, doğru-yanlış, hanımefendi-hizmetçi, erkek-kadın arasındaki ayrımlar bir ölçüde belirsizleşir, kimlikler birer yanılsamaya dönüşür ve oyun, suçun ve ölümün kutsandığı bir törene doğru gelişir.
Hanımefendi’nin, sahte bir ihbar mektubuyla tutuklanmasına sebep oldukları sevgilisinin serbest bırakılacağını öğrendiklerinde Hanım’dan gerçekten kurtulmaya karar veren hizmetçiler onun ıhlamuruna zehir katarlar. Hanımefendi sevgilisiyle buluşmak için ıhlamuru içmeden hızla evden çıktığında, Claire ve Solange bu kez işleyemedikleri cinayetin oyununu kuracaklar ve Hanımefendi rolünü üstlenen Claire yaşamı pahasına, zehirli ıhlamuru içerek Hanım’ı sembolik olarak öldürecektir.
Jean Genet’in ‘Les Bonnes / Hizmetçiler’ adlı oyunundan Elvin Beşikçioğlu tarafından yeniden kurgulanarak Binnaz Dorkip’le birlikte sahneye koyduğu ‘Hizmetliler’i, Tatbikat Sahnesi, geçen tiyatro mevsimi boyunca Ankara’da sahnelemiş. İstanbul seyircisinin karşısına ilk kez 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nde çıkmış.
Uzakdoğu tiyatro formlarını ve özellikle Takeshi Kitano’nun görsel başyapıtı ‘Dolls’u anımsatan kostüm tasarımını ve koreografiyi üstlenen Dorkip, kostümleri oyuna oyuncu gibi dâhil ettiklerini belirtiyor. Müzik kullanmadıklarını, koreografik ritmin oyuncuların kullandıkları dizlikler, Hanımefendi’nin topuk sesleri ve hizmetlilerin ayak sesleriyle sağlandığını ekliyor.
Bu post-modern yorumda Elvin Beşikçioğlu oyuncu sayısını ikiye (Ayça Eren ve Melih Efeçınar) indirmiş. Özgün metinde Claire ile Solange değişe değişe birbirlerinin ve Hanımefendi’nin kimliğine büründükleri için, bu seçim aykırı sayılmaz. Hizmetçi / hanımefendi, yöneten / yönetilen karşıtlığını vermek için, görüntüyü yansıtan zemin üzerinde iki oyuncuyu hizmetçileri canlandırdıklarında 75 dakika boyunca dizlerinin üzerinde yürütmek, oyuncu Hanımefendi’yi canlandırdığında diğerinin üzerine çıkararak sınıfsal farklılığı, alttakinin ezildiğini ve acı çektiğini belirtmek, yorumcular için zorlayıcı da olsa parlak bir fikir. Ancak bunun, Genet’nin sınıflar arasındaki o yok edici hıncını tam olarak yansıtmakta yeterli olamadığı kanısındayım.
Çünkü Genet’nin hıncı, Hanımefendi’ye değil, “Hanımefendi Olma” durumunadır. “Üst sınıfta” olanların tutum ve davranışlarını, içinde bulundukları durumun doğal bir sonucu olarak gören Genet, Hanımefendi’yi iyi niyetli, anlayışlı ve kibar olarak çizmiştir ve bu ikilik / dualite bu altlı üstlü yorumla algılanabilmekten çok uzaktır.
Metnin yeniden ele alınışındaki en büyük şanssızlıksa, Genet’nin benzersiz güzellikteki dilinin ve şiiriyetinin yitirilmiş olmasında. İzlemek bir yana, salt okunduğunda bile, ölüme, karanlığa ve sapkınlığa bir ağıt olarak büyüleyen metin nedense biraz kurumuş gibi geldi bana.
Genet, “Oyunlarımdaki kadın rollerinin erkekler tarafından oynanmasını tercih ederim” demiş ve ‘Hizmetçiler’ dünyanın birçok yerinde üç erkek tarafından başarıyla sahnelenmiştir. Mahir Günşıray’ın yönetmenliğinde, aralarında Günşıray’ın da olduğu erkekler tarafından yorumlanışı kanımca bugüne kadar Türkiye’de sahnelenmiş en başarılı ‘Les Bonnes’dur.
Burada bu prodüksiyonun bence en çok aksayan tarafına geliyoruz. Şahsen, ‘Hizmetliler’i karşı cinsten iki oyuncunun yorumlamasının hem yazarına hem de metnine ihanet olduğu kanısındayım. ‘Les Bonnes’, ister kadınlar, ister adları Claire Solange veya Madame da olsa, kadını oynamayan, kadınsı oynamayan erkekler tarafından canlandırılsın, sınıfsallığın hıncını besleyen o hastalıklı cinsel çekimin her an elle tutulurcasına hissedildiği, çoğu zaman öne çıktığı bir metindir.
Yazar yönetmen Elvin Beşikçioğlu’nun güçlü bir eşcinsel alt metni olan bir oyunu sahnelemek istememesi en tabiî hakkıdır. Ancak o zaman cinsel kimliğini hiçbir zaman reddetmemiş olan, bunu yazdıklarına birebir yansıtmış olan Jean Genet gibi bir yazarı mazbut bir şekilde kısırlaştırmak yerine daha az ayrıksı bir yazara yönelmesi gerekirdi.
Oyunculuklar başarılı sayılır ama orada da çekincelerim yok değil. Dramatik bir oyunculuk isteyen metnin Commedia dell’arte’ye yakın oynanmasının ve Hanımefendi’nin neredeyse bir Yeşilçam parodisi gibi yorumlanmasının yüzeysel kaldığını düşünüyorum. Kişilere karakter olarak değil, TV tiplemesine yakın bu bakışın, Genet’nin sadece söyledikleriyle değil, ima ettikleriyle de konuşan metninin derinlerine inilmesini zorlaştırdığı kanaatindeyim. Hizmetlileri normal sesiyle konuşan erkeğin, üste çıkışı ve beden diliyle Hanımefendi olduğu zaten açık seçik belli iken, Hanımefendi’yi neden tiz bir falsetto ile konuştuğunu anlamış değilim.
Sonuçta Jean Genet’nin ‘Hizmetçiler’ini değil, Elvin Beşikçioğlu’nun ‘Hizmetliler’ini izlemiş olduk. Benim tercihim kesinlikle Genet’den yana. Tabii ki karar sizin. Gelecek mevsimde İstanbul’da da sahnelemeyi tasarlıyorlar.
Hepinize birbirinden güzel festivaller dilerim.