Her baba çok değerlidir
“Beybabamızın, zamanından, sıhhatinden, parasından ve eğlencesinden feragat edip bizi adam edişini anımsamamız, bize verdiklerinin bilançosunu yapmamız ve bizi yetiştirmek için verdiği uğraşın teşekkürü, hayat boyu unutulmaması gereken bir borçtur” sözleriyle babasına olan sevgisini ve vefa borcunu bizlerle paylaşıyor Viktor Albukrek.
Zaman zaman bizi azarlaması dahi, teşekküre değer. Zira içeriğinde, iyi niyet, düzgün, güzel bir kişilik kazanmamız için gereken öğütler ve öneriler var. Hayat boyu karşımıza çıkabilecek engelleri aşabilmemizin anahtarları var. Bunları ancak yıllar geçtikçe kavrayıp anlayabiliyoruz. Lakin azar işittiğimiz gün, çocukluk, gençlik, delikanlılık ateşimizden ötürü isyan ediyorduk o zaman.
Geçenlerde Koro Şefimiz ile görüşürken, müziğe olan istidadının, ona ailesinden intikal ettiğini anlatıyordu bana. Bu tür özelliklerin kan bağı ile evlada geçtiği malumumuzdur.
Her baharda Yahudiler, kutladıkları Hamursuz Bayramı’nda, Agada denen kitaptan, MÖ 1312 yılında Mısırlıların esaretinden kurtarılışının tarihçesini, babaları tarafından çocuklarına bir yemek sofrası etrafında anlatması emredilir. Bir evlat, babasını (Allah geççinden versin) kaybedene kadar, her bayramda, önündeki tabakta iştah açıcı kokulu renkli yemekler, sofrada nefis içkiler dururken, aç da olsa, Agada Kitabı’nı sonuna kadar dinlemek mecburiyetindedir. Zira Kutsal Kitap’ta, “Evladına anlatacaksın” emri geçer ve o çocuğa hitaben de, “Günü geldiğinde kendi evladına da anlatacaksın” emri var.
Bir babanın kendi bilgi birikimlerini evladına aktarması ve gelecek nesillere de aktara aktara katlanarak çoğalan bilgi birikiminden midir, Yahudilerin Nobel türü ödülleri toplamaları?
Kişinin, babasını anarken “Keşke yanımda olsa da ona danışabilsem” demesi, babasına verebileceği en makbul hediye değil mi?
Hatırasını canlı tutmak amacıyla, hayatı hakkında bildiklerimizi bir sinema şeridi gibi hafızamızda canlandırarak, düşüncemizin O’na kadar ulaşabileceği inancıyla manevi huzura kavuşamaz mıyız? Bu fikre kapılarak ben de Beybabama günün hediyesi olarak, hatırlayabildiklerimi sıralıyorum:
Albukrek soyadımız, Albuquerque’den gelir. MS 68 yılında İkinci Mabedin yıkılışından sonra, Filistin topraklarından çıkıp Portekiz’in Albuquerque yöresine yerleşen babamın ataları, 1492 yılında, Aragon Kralı Ferdinand’ın politik sebeplerle koyu Katolik Kastilya Kraliçesi İsabelle ile evlendikten ve İspanya birliğini kurup İber Yarımadasında yaşayan Müslüman ve Yahudileri kovduktan sonra, yine politik menfaatlerle 1497’de kızlarını Portekiz Kralı Manuel ile evlendirdiklerinde, Portekizliler de Yahudilere engizisyon uygulayarak, oradan ayrılmalarına sebebiyet vermişlerdi.
Dolayısıyla, İspanyadaki Yahudilerin Osmanlı topraklarına gelmelerinden beş yıl sonra, Portekizli Albuquerque’ler, Anadolu’ya vardıklarında Sultan Beyazıt II., onları Anadolu’nun ortasına, eski adiyle Engürü denen yöreye yerleştirir. Zira oralarda, Augustus Tapınağı civarında, İkinci Mabedin Romalılar tarafından yıkılışından hemen sonra, direkt Anadolu’ya gelmiş olan Romaniyotların havrası vardı.
Kuzey güney ile doğu batı kervan yollarının kesiştiği ve seyyah tüccarların çapa atar gibi konaklamalarından dolayı Angira, sonraları Ankara denen bu yörede, Albuquerque sülalesi, beş yüz yıl, Ankara Kalesinin güney eteklerindeki Samanpazarı Mahallesinde demir hırdavatı ve cam ticaretiyle üç yüz aileye varana kadar dışa kapalı bir aşiret halinde yaşadı.
KUDÜS’TEN FRANSA’YA...
Babam Marko Ovadya Albukrek 1891’de bu mahallede, Hayim ve Simha Albukrek çiftinin sekizinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Annesi, birkaç yıl sonra vefat edince, Cemaatin Başkanı olan büyükbabam, onu bir Osmanlı eyaleti olan Kudüs’e, Allience İsraelite Universelle okuluna yatılı olarak yerleştirir.
Genç Marko Ovadya, orada İbranice, Arapça ve Fransızca okumaktayken, 1904 yılında, bir imtihan sonrasında, öğretmen olarak yetiştirilmek üzere Fransa’ya gönderilir. Fransız kültürünü Ortadoğu’ya yaymak emeliyle Osmanlı topraklarından imtihanla seçtikleri Yahudi çocuklarını ‘Ecole Normale İsraelite Orientale d’Auteuil’de eğiten Fransızlar,1913 yılında ‘mecburi hizmet’ olarak, genç Marko Ovadya Albukrek’i 1860 tan beri Osmanlı topraklarında açtıkları 180 küsur okuldan biri olan Halep’teki Allience okuluna, öğretmenlik yapması için tayin ederler.
Öğretmenlikten müdürlüğe terfi eden babam, onlarca yıl sonra, Halep’ten talebesi olan Duvek Efendinin kızı Beki Duvek’in, ablası Sarina’nın oğlu Yusuf Ender ile İstanbul’da evlendiklerini gördüğünde nasıl da heyecanlanıp sevindiğini anlatamam…
Birinci Cihan Savaşı patlak verince, askere alınır ve Filistin-Suriye Cephesine gönderilir.
Çöllerde mekik dokuyan sabotajcılar, Osmanlı askerlerinin güneydoğuya inmelerini önlemek amacıyla, demir yollarını devamlı imha etmekteydiler. Bu yöreyi ve yöre lisanlarını iyi bilen babamın görevi, asker ve savaş malzemesi taşıyan trenleri korumak, gereğinde, ilerleyen lokomotifin önünde sürüklenen boş bir vagondan devamlı yola bakarak gözcülük etmek, özetle ‘Lawrence of Arabia’ türü sabotajcıların söktükleri raylardan ötürü doğabilecek kayıpları önlemekti.
Gençliğinde Fransız kültürünü benimseyen babam, savaştan sonra bu defa ‘Petit Paris’ addedilen Beyrut’a giderek tıp fakültesine kaydını yaptırır. Fakat Beyrut, Osmanlı topraklarından kopunca şehri terk eder ve evvelce Paris’teki ‘La Belle Epoque’ (Güzel Dönem) refahlığıyla büyülenmiş olduğundan, kaydını Paris Üniversitesinin Tıp Fakültesine naklettirir.
Burada, Fransız kültürünün tüm nimetlerinden faydalanarak, edebiyat, felsefe, resim ve müzikle ilgilenir. Almanca öğrenerek keman dersleri dahi alır ve 1927 yıllarında ‘Paris Üniversitesi Tıp Fakültesi Birinci Sınıf Dâhiliye Mütehassısı’ diplomasiyle Türkiye’ye kesin dönüş yapar.
İSTANBUL’DA YAŞAM
Ankaralı Albukreklerin çoğunun, İstanbul’un Kadıköy ile Haydarpaşa arasındaki Yeldeğirmeni semtinde yaşadıklarını gördüğünde, oraya yerleşir ve orada Terkos Sular İdaresi Umumi murakıbı Moiz Asseo’nun kızı Rejin Raina ile tanışarak, 1929’da Beyoğlu’ndaki ‘Union Française’ salonlarında evlenir. İlk olarak Şişhane’deki meşhur Frej Han’a yerleşir, bilahare Tepebaşı Yemenici Sokağındaki 6 katlı köşe binayı satın alarak art arta doğan beş çocuklarını, orada annemle birlikte büyütürler.
Babamın sefertası dediği, elli beş metre kare tabanlı, asansörsüz evin alt katında kalorifer dairesi, zemin katta babamın muayenehanesi ve hasta bekleme odaları vardı. Üst katlarda yemek ve oturma odası, onun üstünde anne-baba odası, daha da üstü kışın fırtınalı günlerde soğuktan sığınmak için Yeldeğirmeni’nden gelen büyükanne büyükbaba odası, kız kardeşler odası ve en tepede erkek çocukların yatak odaları vardı. Dolayısıyla gün boyu, tüm binada, ahşap merdivenlerden ötürü yankılanan ayak sesleri eksik olmazdı. Alt katta mesleğini yapmakta olan zavallı babam, sessiz olmamız için sıklıkla Hemşire Hanım’ı bize gönderir, hatta bazen bizzat kendisi yukarıya çıkıp bizi azarlardı.
Babamız, okula geç kalmamamız için sabah erkenden odasının kalorifer borusuna bir kaşıkla, tak tak tak tak tak diye beş defa vurarak bütün evin uyanmasını sağlardı. Bu işaret ailemizin şifresiydi. Aile efradı da sokak kapımızın zilini: zır zır zır zır zır diye beş kez basar, hatta sokaktayken, birbirimizi uzaktan çağırmak için: fü fü fü fü fü diye ıslık çalardık.
Babam, akşam yemeğinden sonra, beş kardeşi eğitmek için etrafına toplar, Tevrat’tan kısa bir bölüm okuduktan sonra, Cumhuriyet Gazetesinden Burhan Felek’in eğlenceli makalelerini veya La Fontaine’den masallar anlatırdı. Tüm kardeşlere müzik dersleri aldırtmıştı.
Sıcak mevsimlerde, Büyükada’ya, büyükbabam Asseo’nun evine göç edilirdi. O devrin yazları mayıs başından eylül sonuna kadar beş ay sürerdi ve babam makalelerini sabah erkenden çıktığı İsa Tepesinde, Ligor’un kır bahçesinde, kahvesini yudumlarken yazardı.
Altmış-yetmiş yıl evvel sağlık kurumları bugünkü kadar yaygın değildi. Doktor denildiğinde, tıp doktoru anlaşılır ve mevkileri apayrıydı. “Bir gün ben de hastalanabilirim” düşüncesiyle, halk, onlara son derece saygılıydı. Doktorlar, genelde hastanın evine çağırılır veya hasta yürüyebiliyorsa doktorun muayenehanesine giderdi. Hastane kelimesi korkutucu bir mana ifade ettiği gibi tehlikeli durumları belirtirdi. Gureba Bezmialem Hastanesinde, ünlü profesörlerden Akil Muhtar Özden, Tevfik Sağlam ve Eric Frank ile çalışmıştı. Yıllarca, Fransız Pasteur Hastanesinde dâhiliye şefi ve Balat Musevi Hastanesinde başhekim görevlerinde bulundu.
Babam her sabah hastaneye gider, öğleden sonraları muayenehanesinde hasta kabul ederdi. Akşamüstü ise hastalarını yoklamak üzere evlerine turneye çıkardı.
ÇOK YÖNLÜ, DİNAMİK VE YARATICI
İkinci Dünya Savaşı sınırlarımıza yaklaştığında tekrar askere çağırıldı. Bu defa Teğmen Tabip Subay rütbeleriyle Akşehir, Denizli ve Diyarbakır yörelerinde görevlendirildi. Terhisinden sonra birçok hayır kurumuna destek vererek, 1949 yılında dostu İstanbul Valisi ve Belediye Reisi Fahrettin Kerim Gökay zamanında, şimdiki ‘500 Yıl Müzesi’ binasında, ‘Bikur Holim Halk Dispanseri’ni kurdu ve yıllarca orasını da yönetti. O günlerin birinde, Fahrettin Kerim Bey evimize gelmiş ve babama milletvekili adayı olması için epey ısrar etmişse de, gece babamın uykusu tutmaması üzerine ertesi sabah annem erkenden telefona sarılarak, Fahrettin Bey’e, eşinin politikaya katiyen girmeyeceğini bildirmişti. Annem en doğrusunu yapmıştı; zira babam politika adamı değildi. Hayatı boyunca ve gücü yettiği güne kadar, Etıbba Odası, Musevi Cemaati, Fransız Cemiyet-i Hayriye, Okullara Yardım Derneği gibi şehrimizdeki mesleki, yardım, sosyal ve kültürel faaliyetlerin yayılmasına yardımcı oldu, güzel sanatları, müzik çalışmalarını destekledi.
Çok yönlü, dinamik, etkin ve yaratıcı bir kişiliğe sahipti. Tıbbı dergilerdeki Fransızca ve Türkçe yazılarına ilaveten, 1971 yılına kadar yayımlanan İstanbul’daki ‘Le Journal d’Orient’ gazetesinde, yayımlanmış yüzlerce makalesi yer alır. ‘Mes Amis les Malades’ ve ‘Propos d’un Flaneur’ isimli Fransızca iki kitabı basılmıştı. Bunlardan birincisi, 2002 yılında, ‘Balkan Kültüründe Fransız Dilinin Etkisi’ kapsamında İstanbul Yıldız Üniversitesinde ve 2016’da, Université de la Sarre, Saarbrücken Almanya’da, ‘Médecin-Ecrivains Francophone’ çalıştaylarında konu oldu.
Özetle, tıp doktorluğu yanı sıra iyi bir müzisyen, titiz bir ressam, kuvvetli bir yazar ve güçlü bir düşünürdü. Hareketli, coşkulu ve heyecan dolu yaşamı, 1981 yılında, doksan yaşına geldiğinde noktalandı. Üç yıl evvel benim yazdığım ‘Bir Zamanlar Büyükada’ kitabımda, babamdan o kadar çok bahsetmişim ki dostlarımdan biri: “Yalınız Beybaba’nın sana nasihatlerinden bir felsefe kitabı çıkarabilirsin” demişti, geçenlerde.
Sevgili okurlarım, babanızın biyografisini doğru ve sıhhatli yazmak istiyorsanız, 19 Haziran günü hediyeyi verir vermez, hemen kâğıt kaleme sarılıp başlamalısınız.
Ve de son sözüm: “Beybabanıza gösterebileceğiniz saygı ve teşekkürün en güzeli, kendi evladınıza da en iyi şekilde babalık etmektir.”
Tüm babalara, aileleriyle birlikte sağlıklı ve mutlu günler dilerim.