Yazarımız Tamara Pur, Levent Üzümcü ile kitabı ve insana dair konuştu.
Boyun Eğme !
“Boyun eğse idin gözüm gözüne değmeyecekti. Bakar bakmaz biliyorduk aynı düşlere inandığımızı ve düşleri gerçekleştirmek için çalışmak, yorulmak, kanamak ve gülmek lazımdı.”
Bir insanı can evinden vuran, genelde kitabın ilk cümlesidir. Tavsiye üzerine aldığım kitabın ilk sayfası, eşinden Levent Üzümcü’ye adanmıştı. Hepimizin tanıdığı, 1966 yılından beri İstanbul Şehir Tiyatroları oyuncusu olan Levent Üzümcü, Gezi direnişi sürecinde Sosyalist Enternasyonal’e yaptığı konuşma sebebiyle görevinden ihraç edilmişti.
Neler yapıyordu bu güzel insan? Levent Üzümcü ile kitabı ve yine insana dairi konuştuk.
Kimiz biz, insanı insan yapan değerler neler? Bugünlerde bunu yeniden kendimize hatırlatmamız lazım gibime geliyor?
Geldiğimiz etnik köken, mezhebimiz ve ırkımız bize doğumdan sonra hiçbir çaba sarf etmeden takılan madalyalar. Kazanmak için hiçbir şey yapmazsın bu madalyaları. Takarlar, busun derler. İnsanlar buna hayatlarını adıyor. Diyelim Trump, diyelim Çeçen lider… Bu insanlar başka anne- babaya doğmuş olsalardı bambaşka hayatları olacaktı. Doğuştan gelen madalyanın namzetleri olsalardı, o madalya ve o namzet için bu kadar yoğun çalışmazlardı, çünkü bu bir kader değildir. Bu anne- babanın, çevrenin onlara bağışladığı bir şeydir.
Ama insan kendi iradesiyle değiştirebilir mi bunu?
Değiştirebilme gücünün olduğunu bilmesi lazım. Basit bir örnekle, hayatım boyunca her insan gibi su içtim ama hiç farklı lezzetlerde su içmemiştim. Yaşım 26-27 idi. Bir gün yurtdışında su istedim, bana limonlu su geldi. O kadar garipsedim ki, canım yani limonlu su olur mu? O zamandan beri sabahları limonlu su içiyorum. Neden biliyor musunuz? Hayatta kendine düstur ettiğin şeyler, inanışlar, adetler, yapageldiklerin bir küçücük tıka bakar. Değiştiriverirsin, sanki bu değiştirmeyle dünyanın sonu gelecekmiş gibi olur, ama olmaz, dünyanın sonu gelmez.
Şimdi sizin anlattığınız gibi ben de bu kitabı tavsiye üzerine aldım. Okuduktan sonra bana, “Levent Üzümcü ile mutlaka söyleşi yapmalıyım’’ dedirten ne oldu biliyor musunuz? Bütün bu yaşadıklarınızdan sonra böyle bir kitap çıkartabilmiş olmanız. O ince çizgiyi aştıktan sonra özgürlüğe kavuşuluyor değil mi?
Korku eşiği, kitapla değil tabii ki, ben bunu daha önce yapmıştım, o da bir simge gibi oluyor. Marks der ki “Bir insan her şey olabilir, ondan her şey olabilir, yeter ki doğru çalışılsın üstünde.” Yani anne- babasından iyi ahlak almış birinin, onlardan doğruyu yapmak üzerine, kendini kandırmamak üzerine eğitim almış birinin yanlış yapma şansı azdır.
Askerlikte astteğmenken, bir asker yanınıza geliyor ve babasından bir mektup uzatıyor. Hamiline… Sizin o yaşta bu kadar duyarlı olmanız beni çok etkiledi.
Öğretmenler var, okuma yazma bilmeyenler var, hepimiz aynı binanın içinde yaşıyoruz, aynı yerlerde eğitim yapıyoruz, hepimiz askeriz. Sadece silah söküp takmayı öğretmektense, hayat bilgisi dersleri yapardım askerde iken kaçak. Bu çocuğun babasının yazdığı mektupta, “Sevgili komutanım, ben bu çocuğu Hakkari’de teröre mal olmasın diye sığınaklarda sakladım, okuma yazma öğretemedim. Lütfen ona okuma yazma öğretin” diyordu. Bu mektup beni derinden etkiledi. Türkiye’nin dört tarafından askerler var. Onları toplar, aile planlamasının ne kadar önemli olduğunu anlatmaya çalışırdım. Ben çok güzel anı anlatan biriyim, iyi bir anlatıcıyımdır, bunu değerlendirmeye çalışıyorum. Mesleğimle çok bağlantılıdır bu. Derdimi iyi ifade etmeye çalışırım. İnsanların iyi ve doğru motive edilerek hayatlarındaki o virajı dönebileceklerine inanıyorum.
Kolay iletişime geçmek, doğru ifade etmek ve yönlendirmek gibi yeteneklerinizi aldığınız kaynaklar kimler?
Bu bir bütün! Aile çok önemli. Yerinden yurdundan sürgün edilmiş milyonlarca aileden biri de benim ailem. Vatanları olan Girit’ten, Selanik’ten kopartılıp, gemilere bindirilerek Samandağ’dan Hopa’ya uzanan kıyı şeridine bırakılmış onurlu insanlar. Dedem yaptığı hatalardan ders çıkaran ve o hataları söyle mek cesaretine sahip biriydi. Benim için çok değerliydi. Çok şanslıyım, kırk yıl dedemle yaşadım. Herkese nasip olmaz bu. Annem, babam, dedem, bütün sülale… Her iki taraftan kalabalık bir ailem var. Anne tarafım Çeşme Ilıcalı, baba tarafım Ayvalıklı. Yani siz İstanbulluların, Ankaralıların tatil dediği şey bizim hayatımız. O bölgeler zaten küçük yerler, herkes iç içe yaşıyor. Ayvalık’taki evimizin en büyük alanı mutfaktır. Her şey mutfakta olur. Sabah kahvaltısında, öğle yemeği, öğle yemeğinde akşam yemeği konuşulur. Her perşembe, Perşembe Pazarına gideriz. Macaron semtinde oturuyoruz. Evlerimiz Yunanlılardan, Hıristiyanlardan bize intikal eden mekânlar. Çünkü bir değiş- tokuş, bir mübadele yaşandı. Beş yüzyıl önce yaşanmadı da, yine bakıldığında, demografik yer değiştirmenin mağdurlarıyız biz. Hâlâ evimizin tapusunda bağış yazar. Çünkü kim bilir kimler otururdu. O ailede ve o şehirde doğmanın bir şans olduğunu askerde anladım ben. Bu aileyi iyi değerlendirdiğime inanıyorum. Babam da iyi anlatıcıdır.
Bir Türk milleti oluşturabilmek için çok fazla çaba sarf edildi ülkede. Çok farklı kültürlerden oluşmuş bir millet oldu.
Devlet Konservatuarından aldığınız maaşla üç çocuğa keman alarak okutmanız yine dedenizin size mirası olmuş.
O benim idealimdi; evet, dedemden gelen bir alışkanlık. Okumanın ne kadar önemli bir şans olduğunu ve mutlaka herkese bu fırsatın verilmesi gerektiğine inandım. Bursa Devlet Tiyatrosu, ilk profesyonel hayata atıldığım mekân. İlk maaşla ihtiyacı olan üç öğrenciye verilmek üzere üç tane keman aldım. Aradan on dokuz yıl geçti. Geçen yıl o öğrencilerden biri bana ulaştı, bulunduğu şehrin TRT’sinde keman çalmaktaymış. “Abi sana çok teşekkür ederim” dedi. Bu beni tabii çok etkiledi. Dedemin bana en büyük mirasıdır okumak isteyen gençlere yardım etmek. Bunu hiç aksatmadım. Dedem pilot, havacı emeklisiydi ama hiç durmadı. Petkim’de çalıştı. Uzun ve güzel bir ömrü oldu. Sonra Ilıca’da bir manav dükkânı açtı. Yazları uzun yıllar manavda çalıştım ben.
Çok renkli, demokrat bir ailede doğdunuz ve öyle bir yuva da kurdunuz. İki oğlunuz var…
Hayat her zaman öyle tozpembe gitmese de inandığımız doğrular çerçevesinde çok çaba sarf ediyoruz. Bir sosyolojik yapıdan bahsediyorum aile dediğimde. Ona karşı inancımız var bizim. Var olabilmesi, sürdürülmesi için elimizden geleni yapıyoruz. O yüzden iki oğlumuzu da vicdanlı, anlayışlı ve empati sahibi birer insan olarak yetiştirmeye çalışıyoruz. Arada tökezlediğimiz zamanlar da oluyor. Evin içinde üç erkek, bir kadın zorlanıyoruz bazen.
Asıl eşiniz kim bilir nasıl zorlanıyor?
Onun için daha zor. Bir ara üçüncü çocuğu yapalım dedik ama Ebru’ya, ‘dört erkekle zorlanırsın’ demiştim, hiç unutmuyorum.
Kitabınızda “bir arada yaşayacağız” diyorsunuz. Nasıl olacak?
Bir apartman gibi düşünelim koca bir ülkeyi… Herkes evine girip çıkıyordu. Bir arada yaşıyordu, aidatını veriyordu, hiç sorun olmuyordu. Daha sonra apartmanın bütün duvarları yıkıldı ve herkes birbirinin nasıl yaşadığını görmeye başladı. Eskiden bizi küçük dereler ayırırdı, birbirimize rahatça gidebilirdik. Şimdi o dereleri kuruttular. Derelerin yatağına büyük duvarlar ördüler, artık insanlar fütursuzca yaşayıp bunu hak olarak görebiliyorlar. Bu ülkenin acı gerçeği ile yüzleştik biz.
Bugün bir sorunu olan sanat dünyasından insanlar, ya bir oyun yazarlar ya bir tuval boyarlar. İşte bu sorunu olan insanlardan biri, tarihin bir döneminde bir oyun yazar. Mesela 17.yy’da yazılmış bu oyunu bugün sahnelemeye çalışırsınız ve bir gün biri gelir der ki, “burada sisteme hakaret ediliyor’’. Oysa oyun, 17.yüzyılda ya da MÖ 1000’de yazılmıştır. Bu bizim dünya üzerinde attığımız patinajın bir resmidir, büyük sıkıntısıdır. Hiç mi bir şey değişmez? Akileus, Hector’u öldürdükten sonra Truva savaşında, onu arabasının arkasına alıp üç gün boyunca sürükledi. Hâlâ aynı şeyleri yaşıyoruz.
Bugün bunu bir Finlandiyalı yapar mı veya hangi şart altında yapar? Öylesine yoğun hümanist bilgiler almış insanlar bunu yapabilirler mi? Öte yandan çok iyi okullarda okumuş insanlar da çok hata yapabiliyorlar. Anne- babamız, doğru çabalayan insanlarsa biz de onlar gibi oluruz. Tabii istisnalar da vardır. Örneğin Aşık Veysel… Bu coğrafyanın gelmiş geçmiş en önemli aydınlarından biriydi. Elinde sazı, köy, köy dolaşırdı.
Hayat, iyilikler ve kötülüklerden ibaret. Olabildiğince iyi yaşamalı. Ben aklımla, fikrimle, savaşmadan huzur içinde yaşamak istiyorum.
Peki, bütün bunları bilerek boyun eğmeden nasıl yaşanacak? Gençlere neler önereceğiz? Ne gibi yöntemler uygulamalı?
Bana gençler bazen sorarlar, “Abi, tiyatrocu olmak istiyorum, bunun için ne yapayım?’’ diye. “Olmak istemeye devam et. Benim elimde sihirli değnek yok ki. Bunun için çabala” diyorum. “Yılmadan devam et.”
Yöntem olarak da, günümüz Türkiye’sinde boyun eğmeden yaşamak için örgütlü toplum olmayı başarmalıyız, başka hiçbir yolu yok. Sivil toplum örgütlerine mutlaka girmek lazım. Sizi temsil ettiğine inandığınız bir siyasi parti varsa gidin üyesi olun. Şu an Türkiye’nin temel problemi herkesin beklentisinin bir başkasının bir şey yapacak olması. Herkes, oturduğu yerden bir gün bir lider çıkacak diye düşünüyor. O yüzden diyorum ki, sadece sen varsın ve senle birlikte o yolda gidecek insanlarla birlikte olmalısın. Bir insanın ergenliğini geçirdiği yerdir vatanı. Burası bizim vatanımız.
Levent Üzümcü neler yapıyor, şimdi hangi projelere imza atıyor?
Tiyatro yoluyla kendimi ifade etmeye devam ediyorum. İki oyunum var. ‘Anlatılan Senin Hikâyendir’ ve ‘İstidat Kumpanyası’. ‘Anlatılan Senin Hikâyendir’ yazın dolaşacak. Kuzey ve Güney Ege’yi. İstanbul’da ise ekimde, çeşitli yerlerde oynayacak. Merkez üssümüz Profilo. Haftada veya on günde bir oynuyoruz. Bunun haricinde, iki çocuğun, bir ailen olduğunda başka şeylere zaman ayırmamak gerekiyor. Onlarla epey vakit geçiriyoruz.
Benim işimin güzel bir tarafı vardır: İnsanların çalışmadığı saatlerde çalışırım ben. İnsanlar oyuna gelmişse, iyi vakit geçirmek için gelirler, ben de onun için varım zaten. Bu beni mutlu eden bir şey.
Boğaz’da yalıda otursanız, kapınızın dışına çıktığınızda böyle bir ülkeye çıkmak ister misiniz? Bu ülkenin de iyi olması lazım. Bahçenizin, çöplüğünüzün, havanızın, ağacınızın, çiçeğinizin de iyi olması lazım. Bazen havanda su dövüyormuşuz gibi geliyor ama bir şey daha söylemek istiyorum: Doğumda bize takılan madalyaların insanlığımızı örtmek için kullanılmış madalyalar olduğunu düşünüyorum. İnanın, temelli bir yarın oluşturabilmek, bu ülkede yaşayan insanlar için bir hayal değil. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki, bu ülkenin neresine gidersek gidelim, hangi insanla konuşursak konuşalım, beş dakikada çok güzel bir muhabbet kurarız. Yeter ki, siyaset konuşmayalım. Bir arada yaşamanın en temel şartı tanışmak, konuşmak, birbirimizle barışmak. Müreffeh ve yaşanabilir bir dünya ideali ancak o korunduğunda ve ancak her gece dünya üstündeki her bir çocuk mutlu, huzurlu, güvende uyuduğunda gerçekleşecek.
Antik Yunan Tiyatrosundan bu yana sahne üzerinden, ‘kendi içlerindeki kötülüğe yenilmemeleri’ salık verilir insanlara. Çünkü görerek öğrenmek çok önemlidir ve sanatın en önemli amacıdır bizi bize göstermek.