New York’un ortasında yer alan Central Park’taki heykellerden biri ünlü bir yazara aittir. Hayal dünyasına en güzel kahramanları kazandıran bu yazarın heykelinin önünde her duruşumda şu sözünü anımsarım.“Geziye çıkmak yaşamaktır. İşte o zaman yaşam canlanır, zenginleşir, insan bir pelikan gibi kendi kanıyla değil, doğayla beslenir.”
Manhattan adasının ortasına heykeli dikilen yazar Hans Christian Andersen’dir. Danimarkalı ünlü yazar Andersen’in Kopenhag’daki heykeli önünde de aynı sözü gelir aklıma… Andersen’in İstanbul yolculuğunun öyküsüne yola çıkmadan önce, seyahat hakkında söylediği sözlere ışık tutmak adına, dişi pelikanın yiyecek bulamayınca yavrularını beslemek için göğsünü yarıp kendi kanını sunduğu bilgisini verelim.
Fransız yazar Lamartine’in Doğu’ya yaptığı seyahat esnasındaki gözlemlerini içeren kitabını okuyan Andersen’in yüreğine İstanbul’u görme ateşi düşer ve zaman geçtikçe de yangına dönüşür. 1840 yılında, Danimarka’daki Dagen dergisinde şu haber yer alır: “Şair H. C. Andersen şu günlerde İtalyan yolculuğuna çıkmış bulunuyor. Oradan da Doğu şiirinin kaynağını incelemek üzere Costantinopol ve Doğu’nun diğer başkentlerine gidecektir.”
Andersen’i bu haberden bir yıl sonra ‘hayal kenti’ olarak adlandırdığı İstanbul sokaklarında görürüz. Bir Fransız gemisiyle Marmara Denizi’nden İstanbul surlarının önlerine gelen Andersen, yarımada içindeki camileri ancak bir masalcının görebileceği şekilde Nuh’un gemisine benzetir. 1842 yılında seyahat izlenimlerini yazdığı ‘Bir Şair’in Çarşısı’ kitabının ‘Doğu’ bölümünde, İstanbul’un anlatıldığı sayfalarda Nuh’un gemisi bir kez daha çıkar karşımıza. Yazar, Ayasofya’yı anlatırken, Nuh’un gemisinin kapı tahtalarının mabedin kutsal emanetler bölümünde saklandığını yazar.
Evlerin cumbalarının birbirine yakınlığı şaşırtır Andersen’i… Bu yakınlık yüzünden İstanbul sokaklarında şemsiye taşımaya gerek olmadığını düşünür. Baharatların satıldığı Mısır Çarşısı’nı kocaman bir eczaneye, evlerin alt katında, insanların bir seki üstünde oturduğu küçük dükkânları da ‘oyuncak bebekler dolabı’na benzetir.
İstanbul’da gezinirken, Andersen’in anımsadığı bir masal var mıdır? Sorunun yanıtını yazarın kitabında buluyoruz: “Küçük bir çocukken‘Binbir Gece’yi hiç aklımdan çıkarmaz, asma bahçeleri ve fıskiyeli havuzlarıyla mermer saraylar düşlerdim. İşte bu düş şimdi gerçekleşmiş, bütün ayrıntılarıyla canlanarak karşıma çıkmıştı.”
Andersen’in İstanbul seyahatinde masalların izlerini ararken, Padişahın geçişine tanık olduğu güne de gitmeliyiz; Sultan Abdülmecit’in geçit töreninde masal dünyasının bir hayal kahramanını anımsayacaktır: “Sultan yaklaşıyor, önünden geçirilen Arap atlarının üzerlerindeki örtüler daha da göz alıcı. Atların kulaklarının etrafına yakut ve zümrütten fiyonklar yapılmış, ince keçi derisinden gemlerine ışıltılı taşlar kakılmış, eğerleri inci ve mücevherlerle bezenmişti. Sanki Alaaddin’in sihirli lambasındaki cinin sahibine bahşettiği bir görkem karşısındayız.”
İstanbul’u, Bin Bir Gece Masalları ve Alaattin’in Sihirli Lambası gibi doğu masallarının etkisiyle gezen Andersen, Üsküdar ve Kopenhag arasında da bir köprü kurar;“İki yüz elli bin kişinin yaşadığı kente, yani nüfusu Kopenhag’ın iki katı olmasına karşın yine de İstanbul’un bir dış mahallesi olan Üsküdar’a indik...”
Andersen’in, İstanbul’da ülkesi Danimarka’yı anımsadığı tek yer Üsküdar değildir! Yazar, Pera’da ‘Langsch’ adlı bir Danimarkalının yaşadığını duyunca soluğu hemen hemşerisinin kapısında alır. Andersen, Danimarka işi bir tabelanın asıldığı dükkân kapısından içeri girer girmez Danca“İyi günler, burada bir hemşerim var işte!” diye seslenir. Sandalyesinden fırlayan Langsch hasretinden kırk yıllık dostuymuş gibi karşılar Andersen’i. İki Danimarkalı derin bir sohbete dalarlar. Langsch, dokuz yıl önce ülkesinden ayrıldığını, Macaristan ve Eflak’tan sonra Romanya’nın Galatz kentinde çalıştığını ve burada evlendiğini, bir kaç yıl önce de İstanbul’a yerleştiğini anlatır. Andersen, ülkesine gidebilmek için para biriktiren hemşerisinin dükkânından ayrılırken, sokak tabelasına bir kez daha bakar. Ayakkabıcılık yapan Lagsch’ın tabelası çizme şeklindedir. Bir ayakkabıcının oğlu olan Andersen’in, İstanbul’da Danimarkalı bir ayakkabıcıyla karşılaşması, yazarın hayatında unutamadığı hatıralardan biri olacaktır.
Andersen’in Türkler hakkındaki izlenimleri, düşünceleri nelerdir? Olumlu mu, olumsuz mudur?
Tüm dünyanın şapka çıkardığı, her gece masallarının yüz binlerce çocuğun başucunda okunduğu Andersen, Türkleri şöyle anlatır; “Kıyıya yanaştığımızda, kayıkçıya değerinden pek emin olmadığım bir gümüş sikke uzattım; başını iki yana sallayarak cebinden küçücük bir para çıkardı ve daha yüksek bir ücret almasının söz konusu olmadığına dair hiçbir kuşku bırakmayacak biçimde bana gösterdi. Türkler böylesine dürüst insanlardır; burada kaldığım süre içinde her gün, Türklerin en fazla hüsnüniyet sahibi, en dürüst halk olduğuna dair kanıtlar buldum.”
İstanbul’a gelen yabancı gezginler arasında Türkler hakkında en olumlu sözler söyleyen Andersen’in, hiç gitmediği New York’un en güzel köşesinde bir heykeli vardır.
Hayatımıza pek çok hayal kahramanı kazandıran, tüm dünyanın tanıdığı ve sevdiği Andersen’in, insanlarının ‘en dürüst halk’ olduğunu söylediği İstanbul’da bir heykeli yoktur!