Akyuvarlarımız bir günden az bir sürede, deri hücrelerimiz keza o kadar hızlı; mide zarı birkaç gün, ciğerimiz bir hafta; kemiklerimiz ise birkaç yılda bir yenileniyor. O zaman neden yaşlanıyoruz diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Ama bu sorudan çok daha derin hatta felsefeye girebilecek bilimsel bir soru var önce. Bu nemli sıcaklarda başlıktaki soruyu sormaya cesaretiniz var mı?
Kimilerinin Einstein’dan sonra en iyi akıl dediği Richard Feynman’ın (1918-1988; 1965 Nobel Fizik Ödülü) büyük ihtimalle Rus asıllı Aşkenaz Yahudisi annesi Lucille’den aldığı espri anlayışıyla ‘Bilimin Değeri’ adlı makalesinde kaleme aldığı şu sözleri düşünüyorum: “Bu bizdeki akıl neyin nesidir? Bilinçli atomlar da ne oluyor? Geçen hafta afiyetle yediğim patatesler. Patateslerden gelen bu yeni atomlar aklımdan bir yıl evvel geçenleri hatırlıyor.” Feynman 1953’de Smithsonian Enstütüsünde vücudumuzu oluşturan atomların her yıl yüzde 98’inin değiştiğinin ispatlandığı araştırmadan söz ediyordu. Değişimin beynimizdeki nöronları da kapsadığı 1999’da Princeton Üniversitesi tarafından ispatlandı.
Akyuvarlarımız bir günden az bir sürede, deri hücrelerimiz keza o kadar hızlı; mide zarı birkaç gün, ciğerimiz bir hafta; kemiklerimiz ise birkaç yılda bir yenileniyor. O zaman neden yaşlanıyoruz diye sorduğunuzu duyar gibiyim.* Ama bu sorudan çok daha derin hatta felsefeye girebilecek bilimsel bir soru var önce. Bu nemli sıcaklarda başlıktaki soruyu sormaya cesaretiniz var mı?
Vücudumu oluşturan, evrendeki tüm yıldızlardan daha fazla, 7 milyar x milyar x milyar sayıdaki atomların toplamı mıyım? Peki geçen haftanın atomları gittiğine göre geçen haftaki benle bugünkü ben aynı değil miyiz? Yoksa beni ben yapan başıma gelen olayların hatıraları mı? Bir kaza geçirip hafızamı kaybetsem ben olmaya devam etmez miyim? Yeterince soru sorduk. Şimdi bildiklerimize odaklanalım.
Biz canlılar yüzde 64 hidrojen, yüzde 25 oksijen ve yüzde 10 karbon atomundan oluşuyoruz. Karbon atomu çok özel çünkü kendisiyle beraber başka atomlarla birleşerek inanılmaz karmaşık moleküller meydana getirebiliyolar. Öyle özel dizilebiliyorlar ki cansız olmasına cansızlar ama bu atomlar canlı hücrenin yapıtaşlarını oluşturuyorlar yani DNA’larımızı, amino asidleri ve nihayet proteinleri. Protein robotları gibi düşünebileceğiniz hücrelerimiz bir şey düşünmek için veya tecrübe etmek için fazlaca küçükler. Ancak yaşama dair gerekli özellikleri barındırırlar. Örneğin kendilerini dışarıdan ayıracak bir duvarları var, canlı kalmak için bir şeyler yerler, büyür ve gelişirler, çevrelerine tepki verirler, evrim geçirirler ve kendilerini çoğaltırlar. Nasıl mı, kopyalayarak. Karbon kopya lafı ordan geliyorsa bayağı komikmiş. Ama hatırlatalım hücreyi meydana getiren şeyler (yapıtaşları veya onları meydana getiren bu atomlar) canlı değildir.
‘Şeyler’ kimyasal tepkiler sonucunda reaksyon oluşturur bu başka reaksyonlara bu da başka reaksyonlara yol açar. Hücrelerde saniyede birkaç milyon böyle reaksyon olur ve karmaşık bir orkestra ortaya çıkar. Notaları DNA olarak düşünebilirsiniz, enstrümanları amino asit, her bir eseri protein. Tüm operanın adı da hücre yani canlı yaşam.
Biyolojik moleküller fazla yaşamıyor ve sürekli yenilenmek durumundalar bu da müthiş bir enerji gerektiriyor. Hücreler enerji kullanma konusunda müthiş verimli, işte cansızlıktan canlılığa geçişin anahtarı bu. Çevreden enerji çek, enerjinin işe dönüştüremediği kısmını atık olarak çevreye geri ver. Bu enerji soluduğumuz havadan, yediğimiz yemekten ve içtiğimiz içecekten geliyor. Bunların atomları hücrelerimize girip canlı kalmamız için enerji sağlıyor. Yeni proteinler oluşurken, girdi çıktıdan fazla ise büyüyoruz.
Şimdi evrende enerji ve kütle toplamının Big Bang’den beri korunarak sabit kaldığı temel kanundan yola çıkarak, evrende tüm moleküllerinin sürekli bir döngü içerisinde olduğunu öne sürebiliriz. İçtiğiniz sudaki moleküllerin belki biri daha evvel mesela Einstein’ın beyninde zamanında aktif olan ama sonra dışarı atılmış, aynı şekilde birkaç ağaç, okyanus, hayvan dolaşmış ve bardağınızda son bulmuş olabilir. Bir nevi atomik reenkarnasyon. O suyu içseniz Einstein olmayacağınız aşikar o halde ‘biz bizi oluşturan atomların toplamıyız’ demesek iyi olacak gibi. Kaldı ki öyle bir durumda yaşımızı sorsalardı milyarlarca yaştayız demek durumunda kalabilirdik. Ne de olsa hidrojen atomları 13,7 milyar yıl önceki Big Bang zamanından, karbon, oksijen ve fosfor atomları ise 4,5 milyar yıl önce meydana gelen süpernovalardan kalma.
Vücudumuzla birlikte beynimizi oluşturan atomların da değiştiğini kabul ettiğimize göre yani bir nevi atomlarımızın geçen haftaki patateslerden geldiğini kabul ettiğimize göre, atomlar tek tek hatıralarımızı veya kişiliğimizi taşıyan paketler olamaz. Aslolan yapıdır. Benliğimizin sürekliliğini sağlayan yeni atomların varolan yapıya katılma kabiliyeti olsa gerek. Adaptasyon anahtar kelime. Ama tabi ki yapı da aynı kalmıyor. 30 yıl evvelki ben ile şimdiki ben ne kadar çok benzesek de aynı değiliz. Yine de değişim gün be gün anlaşılacak cinsten değil, çok daha yavaş.
Beynimizde yeni oluşan nöronlar -beynimizin ağırlığı arttırmadığına göre- bir şekilde benliğimizi taşıyan ve yakında ölecek olan eski nöronların yerine geçerken bağlantı düzenlerini öğreniyorlar ve görevi devralıyorlar. Hatıralar ve zihin fonksyonlarımız kalıyor ama onları temsil eden nöronlar değişiyor.
Feynman makalesinde şöyle devam ediyor: “Benliğime bir dans diyorum. Beynime gelen atomlar dans eder, sonra çeker gider. Daima yeni atomlar gelir; ancak hepsi de aynı dansı eder, dünkü dans hareketlerini anımsayarak.”
*Cevap basit, atomlarımız sürekli yenilense de yapı yani hücrelerimiz yaşlanıyor. Bir kumdan kale düşünün; dört duvarı, merkez kulesi, minik kuleleriyle. Şimdi inşa ettiğiniz bu kalenin kum tanelerinin hepsini tek tek yenileriyle değiştirin. Kalenize ne olur? Yepyeni mi olur yoksa gittikçe bozulur mu? Kale zamanla yıpranacaktır, taneleri değiştirmekle önüne geçemezsiniz.