Biz sürekli Türkiye’de oluşan her türlü felâketi ‘üst akıl’a ihale ederken ve bu hayali mi gerçek olduğu bir türlü anlaşılamayan olağanüstü gücü bir türlü ortaya çıkaramazken güzelim ülkemiz her gün yeni katliamlara, devasa terör olaylarına teslim olmuş durumda.
Biz sürekli Türkiye’de oluşan her türlü felâketi ‘üst akıl’a ihale ederken ve bu hayali mi gerçek olduğu bir türlü anlaşılamayan olağanüstü gücü bir türlü ortaya çıkaramazken güzelim ülkemiz her gün yeni katliamlara, devasa terör olaylarına teslim olmuş durumda.
Bu ülke, Cumhuriyet tarihinde hiç olmadığı kadar saldırıya maruz kalmış durumdayken biz sadece ‘terörü lanetliyoruz’ gibi artık içi iyice boşalan ve gerçek bir plaseboya dönüşmüş sözde vicdan temizliği ile hayatımıza devam etmek zorunda kalıyoruz.
Büyük savaş görmeyen ama o dönemlerin insan ve toplum psikolojisini ve davranış biçimlerini kitaplardan, belgelerden okuyan bir neslin üyesi olarak, bugün yaşadıklarımız karşısında gösterdiğimiz veya gösteremediğimiz reflekslerin tıpkı o savaş dönemlerinin ruhuna benzediğini görmenin hüznünü taşıyoruz. Terörün hedeflediği ve katlettiği insanın kimliğine göre pozisyon almak, “senin teröristin, benim teröristim” ruhuna uygun, farklı terör kaynaklarına farklı tepki göstermek, bir terör olayı karşısında haklı olarak isyan ederken, başka bir terör olayı karşısında adeta mahcup bir sessizlik veya hedef saptırmaya yönelik ‘terör okuması’ yapmak gibi çifte standartların denizinde boğuluyoruz.
Rasyonalitenin, makuliyetin iyice bu toprakları terk ettiği bir dönemi idrak diyoruz.
Oysaki bu ülkede neredeyse her gün yeni bir çocuk öksüz kalıyor alçak terörden dolayı. Bu ülke, benzer terörden dolayı, bir anda dört çocuğunu kaybeden annenin tarifsiz acısını seyrediyor. Tam dört çocuğunu kaybetmenin ne anlama geldiğini bile anlayamayacak kadar körelmiş ruhlarımızla hayata devam ediyoruz. Her şeyi kanıksamış, her felâketin, acının olağanlaşmış algısıyla hep birlikte rutinimize dönüyoruz bir müddet sonra. Veya başka bir perspektiften bakarsak, hepimiz ‘hayatta kalma’ modu refleksleriyle yaşamlarımıza dönüyoruz.
Unutmayalım, hep dendiği gibi aslolan yaşamdır. Bir ülkenin olmazsa olmazı, vatandaşlarını terörden korumaktır. Bu terörün sona erdirilmesi için sokaktaki insanın elinden pek bir şey gelmiyor ama aynı insan, seçtiği siyasetçilerin bu acıyı sonlandırabilecek kararlarını ve icraatlarını bekliyor. Bunun için, seçilmiş siyasetçiler arasında çok geniş bir mutabakat zeminine ihtiyaç olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmak gerek. İktidarıyla ve tüm muhalefetiyle birlik ve dayanışma iradesinden hareketle ortak akıl ürünü siyasetlerin geliştirilmesi ve hayata geçirilmesi gerektiğini sürekli gündemde tutmak gerek.
Bunu başaracak kadar büyük bir ülkedir Türkiye. Küçümsemeyin bu ülkeyi!
Artık çocuklar öksüz, analar çocuksuz kalmasın. Yeter artık!
***
Türkiye –İsrail anlaşması
Geçtiğimiz hafta TBMM’de kabul edilen ve öncelikli olarak, Mavi Marmara olayında oluşan insani kayıplardan dolayı İsrail tarafından verilecek tazminatı içeren anlaşma ile altı yılı aşkındır bozuk olan iki ülke ilişkileri kuşkusuz yeni bir döneme girmiş oluyor. Söz konusu anlaşmanın sağlayacağı, ilişkilerin normalleşmesi ile birlikte Gazze halkının eskisinden çok daha fazla insani yardıma kavuşacağı aşikâr.
Şimdi iki ülkenin karşılıklı olarak başkentlere büyükelçi ataması beklenmekte.
Türkiye – İsrail anlaşmasına Türkiye’nin kimi kesimlerinin tepki vermesi demokratik teamüller kapsamında gayet olağan görülmeli. Önemli olan bu anlaşmanın barışın menfaatine uygun olup olmadığıdır. Zira içselleştirilmiş İsrail karşıtlığının Türkiye’ye faydası olmayacak.
TBMM’de kabul edilen yasanın gerekçe metnindeki şu satırlara dikkatinizi çekmek isterim:
“İsrail’in şartları yerine getirmesine mukabil ilişkilerin normalleşmesi, hem Türkiye’nin barış ve istikrar temelli siyasetinin, hem de ikili ilişkilerin stratejik açıdan taşıdığı önemin bir gereğidir. Diğer yandan ilişkilerin normalleşmesi, iki ülkenin olduğu kadar Filistin’in de refah ve güvenliğine katkı sağlayacaktır. Zira Türkiye, anlaşma sonrasında Filistin Devleti’ne ve halkına daha fazla yardım etme imkanı bulacak, ayrıca İsrail-Filistin sorununun çözümü noktasında yapıcı katkılarını farklı platformlarda sunabilecektir…”
Evet, evet barış hâlâ mümkün.