Son yıllarda resmi bayramlara katılmamak için mazeret bulma adet oldu adeta. Bu durum bugünlerde sivilleşme olarak olumlandı. Öyle ya, askeri geçitler, törenler faşizmdi, 19 Mayıs’ta gençlerin yaptıkları gösterileri Nazilere bağlamak havalıydı o günlerde.
“Resmi tarihi sorguluyoruz”, “Doğru diye belletilenlerin arkasındakilere bakıyoruz” gibi reklam cümlelerinin sonuçlarından biri, maalesef 19 Mayıs’ları, 30 Ağustos’ları küçümsemeyi entelektüel malzeme kabul eden birtakım gençler oldu. Oysa 30 Ağustos’un hakkını vermek için ne kadar çalışıp ne kadar yazsak eksik kalır.
Yeni neslin kafasında I. Dünya Savaşı’yla başlayıp Cumhuriyet’in ilan edilişine kadar geçen süre muğlâk. Çanakkale Zaferi’ni Kurtuluş Savaşı’nda zannedenler var. Anlatılmayınca ve dahi öğretilmeyince aynısının 30 Ağustos’un başına da gelmesinden korkarım. Bu yüzden bir özet sunayım naçizane.
Sakarya Zaferi’nden sonra düşmanın saldırı gücü tamamıyla kırılır. Büyük Taarruz ise, Kurtuluş Savaşı’nda işgale karşı konulan son nokta. İkisinin arasındaki süre Yunanistan’ın Anadolu’da hatırı sayılır bir bölgeyi işgal ettiği ve talepleri üzerinde müttefiki İngiltere üzerinden direttiği, İngiltere’nin Ankara’yı barışa zorladığı zaman dilimi. Bir Türk Devleti kurulacaktır, ama Batı’da nereye kadar uzanacaktır?
Büyük Taarruz işgalcileri Anadolu’dan çıkarmak için gizli bir harekât olarak planlanır. TBMM tarafından Temmuz 1922’de başkomutan olarak yetkilendirilen Mustafa Kemal Paşa’nın taarruz planlarını daha önceden planladığı bilinir. Okuyanın içine işler adeta Nazım Hikmet: “Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu / Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki şayak kalpaklı adam / Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden güzel, rahat günlere inanıyordu.”
Büyük Taarruz Ağustos’un 26’sını 27’sine bağlayan gece başlar, 30 Ağustos’ta başarıyla sona erer. Bundan sonrası 9 Eylül’de Yunan ordularının İzmir’den çıkarılmasına kadar gider. Gizli planlanan harekât, Türk tarafı için de şaşırtıcı olacaktır: Taarruzun başında, dönemin en önemli iletişim aracı telgraf baypas edilir, hatlar kesilir. Bu, Anadolu’dan yükselen hareketin dünyayla irtibatının kopması demek o gün için. Hiçbir yerde haber çıkmaz, mütareke basını da sessizliği başarısızlığa yorar. Halkın ne olup bittiğini anlaması ancak ordular İzmir’e girdiğinde mümkün olur. Bir büyük ümitsizlik ve bir büyük mucize, o günlerde insanların nasıl etkilenmiş olduğunu tahmin edebiliyor musunuz?
İrtibatın kesilmesinin askeri ve stratejik gerekçeleri bu yazının konusu olmamakla beraber, 30 Ağustos’u küçümsemek için öne sürülen bir gerekçeye daha değinmek gerekir: “Hepi topu Yunan ordusu, amma da büyüttünüz ha!” Mevzu İngilizleri, Rusları veya Yunanlıları yenmek şeklinde basite indirgenemez. Büyük Yunanistan projesiyle Yunan devletinin Anadolu’nun içlerine kadar uzanması, Rusya’nın yayılmacılığına karşı bir set olarak düşünülmüştü. 30 Ağustos’ta belki İngilizlere karşı zafer kazanılmadı ama bu proje çökertildi, Büyük Yunanistan’ın Rusya’ya karşı duramayacağına herkes ikna oldu. Karşı durabilecek gücün Türkiye olabileceğine inanılması, Türkiye için kritik eşiktir, çünkü savaş sonrası müzakere masası için de psikolojik bir avantajdır. Batı’nın, Türkiye’ye ihtiyacı olduğunun resmileşmesidir. Türkiye’nin Soğuk Savaş sırasında en önemli ülkelerden biri olması, bugün dahi Rusya ve ABD/Avrupa arasında istediği kartı açabilmesi, işte tam olarak da o gün orada, dev güçler arasında bir denge unsuru olabilmesi sayesindedir.
Türkiye son bir ayda önce ABD’yle bozuştu, bu onu Rusya’ya yakınlaştırdı, Rusya’yla uçak krizi aşılarak yeni bir işbirliğine girildi. Bu durum ABD’ye karşı Türkiye’nin elini güçlendirdi ve ABD’den Suriye konusunda üst üste destek mesajları gelmeye başladı Türkiye’ye. İşte bu, yukarıda anlattığım dengenin, 30 Ağustos’un -amiyane tabirle- ekmeğinin bugün dahi yendiğinin en güncel ve somut örneğidir. Böylesine bir zaferi küçümsemek siyasi görüş farkı veya entelektüel seviyeyle değil, ancak ve ancak cehaletle açıklanabilecek bir vakadır.
Bugün bile bu ülkeyi ayakta tutan temel, bu nihai zaferdir. Son yıllarda yazılan deli saçması yazılar, sözüm ona ‘analizler’, sivilleşme diyerek askere lanet etme; demokratikleşme diyerek Atatürk’e diktatör deme cehalet ve kötü niyetten fazlası değildir. Turgut Uyar’ın ‘zamanın ruhunu’ mükemmel yakalayan “Gazi Mustafa Kemal Paşa” şiiriyle kapatalım da, bugünkü en büyük derdimiz de malum olsun:
Ben o yılların macerasından geldim. / Barut, toz ve ihtilaldi hepten. / Dolaklı hilal bıyıklı süvarilerle,/ Hüzünlü marşlar söyleyerekten / Bir davul zurna, bir üçlü, bir bayrak. / Saf çelik kılıçlar ata yadigârı / Yorgun söğütler, mahzun yollar, kağnılar / Göğsü tekmil düğmeli bir zabiti ardından / Bir yıldızlı tan yerine at sürerekten. / Derdini bilemedik, / Dermanın olamadık Gazi Paşa, / Sana hasretimiz can-ü yürekten. / Artık bir özge tarih oldu yaşadığımız; / Bozkırdan, mavzerden, kandan ve sesten, / Namlular elpençe, süngüler pusuda, / Kalpağın, dolgun bıyıkların, kırbacın,/ Bir sen kaldın, bir vatan kaldı, bir koşu, / Bir macera kaldı dillere destan, / Bir gök kaldı mavi, bir kitap yeşil. / Gayrı bundan geri bana ağlamak yaraşır. / Temmuzda bir serçe kalkar Sakarya’dan / Ağustosta kartal döner. / Günler uzar hasretle dışımızdan, içimizden / Bir kudretli kumandadır bakışın Paşam, / Geceler içinde patırtılarla yanar / Ağlamak ne kelime ki bizlere.
Ankara’dan gelir geçer trenim, / Bir gün olur elbet ben de binerim, / Varır toprağına yüzüm sürerim / Biz vatan çocukları Gazi Paşam, / Dilimiz takılı kaldı; / Diyemedik / Boynumuz bükülü kaldı; / Doyamadık.