1 Eylül! Sivil, asker, her coğrafyadan, her ulustan, her yaştan, kadın, erkek 70 milyona yakın insanın yaşamına mal olan büyük savaşın başlangıç yıl dönümü… Birkaç sene önce ‘1939 Yazı’1 adı ile yayınlanan kitap, savaşa giden yolu adım adım anlatıyor.
Okur, bir film şeridi gibi akıp giden olaylar karşısında, bilgisi, becerisi, tecrübesi ne olursa olsun, insanın ne denli güçsüz kaldığını farkına varıyor ve bu durum ister istemez tüyleri diken diken ediyor; sokaktaki insanın feryadına, siyasetçilerin önlerine çıkan bin bir fırsatı değerlendirmede aciz kalmalarına, alınan kararların ne denli yanlış olduğuna, alternatiflerin değerlendirilmesi konusunda politikacıların ne kadar başarısız olduklarına tanık oluyor.
1939 savaşı göz göre göre geldi. Birincisinin yarattığı girdabın üzerine oturtulmaya çalışılan topal bir barışın sonrasında, kapanmayan hesapların bir sonucu olarak başladı. Aslında hiç bitmemişti. Her an patlamaya hazır bir volkan gibi, usulca zamanını bekliyordu. Nitekim onu çağıranların çığlıklarına duyarsız kalamamıştı: Hitler, “ırksal temele dayandıracağı bir ulus için”; Stalin “sınıfsal temele dayandıracağı bir ulus için” savaşı istiyorlardı. Mussolini, “eski Roma’nın külleri üzerine inşa edilecek yarınların İtalya’sını” arzu ediyordu. Uzakdoğu’da asırladır kıta Çin’de toprak ve nüfuz alanı iddiasında bulunan Japon İmparatoru da kendine bu iklimden pay çıkartmak istiyordu.
1919 Paris Barış Görüşmeleri’nin mimarları ise tamamen etkisiz kalıyorlardı bu ortamın oluşmasında. Ne Fransız Başbakanı Daladier ne de Britanya Başbakanı Chamberlain, masaya yumruğunu vurup Hitler’i durduracak çaptaydılar. Roosvelt ile ABD ise, uzaklarda yaşananlara duyarsız, kendi kıtasına kapalı, 1929 Ekonomik Buhranı’nın yaralarını sarmayı düstur edinmişti.
Stalin’le kimsecikler yola çıkmak istemiyordu. Ülkelerin sosyal / siyasi yapıları üzerinde yıkıcı etkisi olduğu varsayılan Stalin güdümündeki Bolşevizm’den o denli büyük bir korku vardı ki, ne Britanya ne de Fransa, Sovyetlerle bir ittifak kurmaya yanaşmışlardı. Bunu kamuoylarına nasıl anlatacaklarını bilemiyorlardı… Almanya’ya karşı ancak Polonya’nın arkasında durabilmişlerdi. Hitler ise, ‘Şeytanla İttifak’ yapmayı becermişti. Dünyayı şaşırtmıştı. Alman milliyetçiler, iflah olmaz komünistler olup bitene anlam verememişlerdi. Berlin ile Moskova arasındaki zoraki flörtün meyvesi ‘Nazi – Sovyet Saldırmazlık Paktı’ için Hitler’in bu benzetmesinden daha anlamlısı olamazdı. Oysa, Britanya ve Fransa ile Sovyetler bir araya gelebilmiş olsalardı, belki de Hitler yaptığı savaş çılgınlığına kalkışmak için daha çok düşünürdü. Kim bilir?
Her sonun başlangıcını tespit etmek tarihin kıvrımlarına, kırılma noktalarına ışık tutmak demektir. Savaşın eşiğine bir günde gelinmez ve o eşikten bir günde uzaklaşılmaz. Devlet sisteminin yok olduğu, bireyin tüm kötülüklere karşı etkisiz kaldığı bir süreçtir savaş süreci. Adaletin, özgürlüklerin kırılganlaştığı, yaşamsal gerekleri yerine getirmenin zorlaştığı, temel ihtiyaçlara ulaşmanın kesintiye uğradığı bir dönemdir.
Büyük savaşta da öyle oldu. Birey yalnızlaştırıldı. Liderlerini alkışlamayanlar korumasız kaldılar. Kendilerine empoze edilen kanun ve kurallara uymak zorunda bırakıldılar. Başka seçenekleri yoktu... Hitler, yeni Almanya’yı ırkçı temeller üzerine kurarken, daha sonraları ona karşı ölüm kalım savaşı verecek olan Stalin, muhaliflerini Nazi ordularının önüne atmaktan, onları düşmanı şaşırtmak için hedef göstermekten geri kalmadı. Kimdi neticede muzaffer olan?
Savaşmak! Gerekirse, evet! Ancak bunun karşısındakine yaşam hakkı vermeyecek şekilde yapılması uygar insana ne kadar yakışır? Diplomasi, ekonomi, bilim, teknoloji ile savaşmanın, hakkını aramanın, kendini savunmanın daha barışçı bir tercih olacağı kesin. Durup düşünmek gerek: Son tahlilde, Almanya mucizesi Nazilerin savaş makinesi sayesinde oluşmadı. Yaşantılara katma değer katarak, üreterek, sosyal yapısı sağlam bir toplum oluşturarak gerçekleşti.
1 1939 Yazı – Werner Biermann, Çeviren Ayşe Sarısayın, Can Yayınları, 2011