ABD, İsrail ile tarihindeki en büyük ikili askeri yardım anlaşmasını imzaladı. Buna göre, on yıl boyunca ABD, İsrail’e yılda 3,8 milyar dolar askeri yardım yapacak.
Anlaşma ABD yetkililerince tarihi olarak nitelendiriliyor çünkü ilk kez tek bir ülkeye bu denli yüksek tutarda yardım sağlanıyor. Amaç, İsrail’in bölgedeki askeri üstünlüğünü muhafaza edebilmesi.
İmzaların ardından düzenlenen basın toplantısında ABD ile İsrail arasındaki “demir kaplı” güçlü bağların altını çizen ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice, anlaşmanın her iki tarafa kazanç sağladığını teknik detaylarla ortaya koymaya çalıştı. Ekonomik açıdan kemer sıkıldığı, harcamalara dikkat edildiği bir dönemde Obama yönetiminin İsrail’in güvenliğine bağlı kalmak adına özverili davrandığı, ilk kez bir Ortadoğu ülkesinin F35 tipi savaş uçaklarına sahip olacağı gibi örnekler verdi. Rice’ın konuşmasında İran’la imzalanan nükleer anlaşmanın İsrail ile ilişkilerde yarattığı tahribatın izlerini silme amacı oldukça barizdi.
Ne var ki, askeri yardım anlaşmasına gerek İsrail gerekse ABD içinden tepkiler gelmeye devam ediyor.
Bu denli yüklü bir askeri yardım bütçesinin neden İsraillileri memnun etmediğine gelince, anlaşma İsrail açısından birtakım tavizler içeriyor. Özellikle sağlanacak finansal yardımın ABD savunma sanayisine harcanması koşulunu İsrail milli savunma sanayisine ciddi bir darbe olarak nitelendiren kesimler var.
Başbakan Binyamin Netanyahu’nun siyasi rakipleri, Netanyahu’nun Başkan Obama’ya meydan okuyan tutumunun daha iyi bir şartlarda yapılacak bir anlaşmaya engel olduğunu savunuyor.
İsrail-ABD ilişkilerinin Başbakan Netanyahu’nun 2015’te Beyaz Saray daveti olmaksızın ve Başkan Obama’nın itirazına rağmen, İran’la nükleer anlaşmayı engellemek adına Kongre’de yaptığı konuşmanın gölgesinde kaldığı bir gerçek. Ancak, ilişkiler bu denli gerilmemiş olsaydı, Obama yönetimi, İsrail tarafından telaffuz edilen 40 milyar dolara ikna olur muydu, orası şüpheli.
Askeri yardım paketi kapsamında müzakereler sürerken, mayıs ayında Nielsen Scarborough tarafından yapılan bir kamuoyu araştırması, ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği konusunda toplumsal bir bölünmeye işaret ediyor. Öyle ki, Demokratların yüzde 57’si müzakere edilen 40 milyar doları oldukça fazla bulurken, yüzde 5’i oldukça az bulduğunu ifade etmiş. Cumhuriyetçilerde her iki görüşü destekleyenler yüzde 40 oranında.
Bununla birlikte, başkanlık seçimleri için kampanyalar son hız sürerken, her iki adayın da İsrail’in yanında duracaklarının teminatını vermeye çalıştığının da altını çizelim.
İsrail kamuoyunca eleştirilen bir diğer nokta ise, bu anlaşma kapsamında İsrail’e verilen paranın dışında, herhangi bir ek kaynak için Kongre’ye başvurulamayacak olması. Bir anlamda İsrail lobilerinin önünü kesen bu madde, gelecekte bölgede yaşanacak sorunlara ve/veya enflasyon vb. faktörlere bağlı İsrail’den gelebilecek ek yardım taleplerine kapıyı baştan kapamış oluyor.
Ancak tepkilerin arkasında bir başka sebep daha olması mümkün. Özellikle dış basında ABD’nin bu askeri yardım paketiyle İsrail-Filistin barış sürecini iflah olmaz şekilde baltaladığı eleştirileri dikkate alındığında, Başkan Obama’nın Ocak ayında görevi bırakmadan evvel, bu konuda iz bırakacak bir hamle yapma olasılığı var. Daha açık söylemek gerekirse, İsrail’e sağlanan askeri yardım karşılığında, Birleşmiş Milletler’e İsrail-Filistin arasında yürürlüğe konmak amacıyla çerçeve bir barış planı sunabileceği tartışılıyor.
BM Genel Kurul Toplantısı kapsamında New York’ta bulunan Netanyahu, bu hafta Başkan Obama ile görüşüyor. Tam da bu görüşmeden bir gün önce Cumhuriyetçi ve Demokrat Partili 88 senatörün Başkan Obama’ya bir mektup göndermesi oldukça dikkat çekici. Mektupta, Obama’dan her ne kadar iyi niyetle de olsa, İsrail-Filistin sorununun çözümüne ilişkin BM’den herhangi bir tek taraflı bir karar çıkartmaması talep ediliyor.
İsrail-Filistin arasında kalıcı barışın sağlanması Obama’nın başkanlığa gelirken sıraladığı başlıca dış politika hedeflerinden biriydi. Bu konuda Dışişleri Bakanı John Kerry’nin yürüttüğü mekik diplomasisi 2014’te tarafların uzlaşmaz tutumları sebebiyle başarısız olmuştu. Geçen zaman zarfında bölge giderek istikrarsızlaşırken, barış sürecinin canlanmasına dair umutlar da tümden yok oldu.
Bu konuda somut adımların atılabilmesi, her şeyden önce tarafların doğrudan görüşmelere başlamak için ortak irade sergilemesine bağlı. Obama yönetiminin ana hatlarını oluşturacağı BM destekli bir barış planı, belki sürece ivme kazandırmak açısından başarılı olmayabilir. Hatta ters tepebilir. Nihayetinde Obama koltuğu bırakırken, yeni gelecek yönetimin tutumu esas alınacaktır. Yine de, böylesi bir planın, barış görüşmelerinin geleceğine yön verecek uluslararası meşruiyete sahip referans bir metin olma olasılığı da bir kenara not edilmeli.
Rice’ın basın toplantısında Başkan Obama’yı alıntıladığı mesajını, Obama’nın bu yöndeki niyetine dair bir işaret olarak yorumlamak da mümkün: “İsrail’in demokratik Yahudi devleti olarak varlığını gelişerek sürdürmesi, ancak bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ile mümkündür.”
İlerleyen günlerdeki gelişmeler, Başkan Obama’nın planlarını daha net ortaya koyacak.