Popüler tarih, çok önemsediğim bir alan. Akademik metinlerin teferruatları, genellikle dar bir alanla sınırlı olmaları ve okuyucu için kuru gelebilecek dili yerine, gündelik hayata sızabilen hap metinler, çoğu okuyucu için tercih sebebi. Bu, tarihe olan ilgiyi arttırır, kronoloji ezberlemekle geçen lise tarih derslerindeki travmayı temizler, ama ancak iyi yapılırsa. Maalesef son zamanlarda kaynakça kullanmayı bir yana bırakın, tarih dedikoduları yazma üzerine kurulu bir popüler tarihçilik peyda oldu. Çok değerli hocalarımızın da içinde yer aldığı birkaç yayın bir kenara konulursa, medya en çok rüyalarını anlatan feslilere, geçmişimize hakaret etmeyi entelektüel marifet sayan hanımefendilere ilgi gösterdi. Ve ne yazık ki iş milli bayramını kutlayan bir topluma ‘ezik’ demeye kadar vardı.
Oysa şöyle merak edip de bir baksalar, dünyadaki milli günlerin çoğunun bağımsızlıkla alakalı olduğunu göreceklerdi. Sorun, biraz da sahip olduğu bilgiyi basın aracılığıyla yayarak insanlarla paylaşmak yerine, bilgiyi insanların kafasına vuracağı bir araç olarak görmekte yatıyor. Popüler tarihçiler arasında fikrisabiti olan bu kesim, birtakım çirkin siyasi amaçları olan gruplarla tam bir tencere-kapak ilişkisi içinde uydurma bir anlatı kurdular ve yaydılar. Sonuçsa, Mustafa Kemal demeye utanan, tarihinden kopuk bir kuşak oldu.
“Ezberleri bozuyoruz” gibi havalı bir sloganla piyasaya verilen bozuk ezberler, kantarın topuzu kaçınca Kurtuluş Savaşı’nın varlığını yadsıyacak noktaya geldi. Bunu gidip bir Yunan gencine anlatsanız, “Bizimkiler kendi kafasına mı sıktı kardeşim?” diye tepki gösterirse şaşırmayınız, zira bizim Kurtuluş Savaşı dediğimize Yunanistan’da Küçük Asya Felaketi derler. Savaş sonrasında Yunanistan’da iç karışıklıklar baş gösterir, İzmir’de yenilen askerlerin bir bölümünün yaptığı darbeyle kral değiştirilir. Yeni kral da ortalık yatışsın diye olacak, Altılar Davası olarak bilinen mahkemenin önünü açar; Küçük Asya Felaketi’nin faturası, burada yargılanan, aralarında başbakanın da olduğu altı kişiye çıkarılır: İdam edilirler. “Olmayan bir savaş” için ne büyük fatura ve travma değil mi? Dahası, idamların artmasını önleyen biri de, savaş sırasında esir alınan General Trikopis’i idamdan korumak için bir süreliğine misafir eden Mustafa Kemal’dir.
Birbiri ardına gelen 30 Ağustos ve 9 Eylül’le ilgili yapılan yayınlarda karşıma çıkan ikinci tuhaflık, “30 Ağustos 1922: Anadolu Rumları yaşadıkları yerden sürüldü, ekonomik ve sosyal hayat çöktü” diye başlayan bir ‘metin’di. Bu ‘ezber bozanlara’ göre, 30 Ağustos en kara günlerden biriymiş, çünkü ‘Ermeni soykırımıyla’ atılan temel 30 Ağustos günü sağlamlaştırılmış, Anadolu’nun Türkleştirilmesi pahasına bugün bile yaşanan ekonomik ve sosyal sıkıntılara yol açılmış, çünkü zanaat ve ticaret erbabı Rumlar ortadan kaldırılmış. Dalga mı geçiyorlar acaba diye şüphelenmeden okumak mümkün değil, çünkü kastettikleri şey mübadele, o zamanın gelmesine de en azından bir yıl var, zaten o da Yunanistan’ın talebiyle ve karşılıklı olarak yapıldı. Türkiye’den gönderilen Rumlara karşılık oradan da Türklerin gönderildiğini anmaya gerek bile duymamış ilgili arkadaşlar. Üstelik mübadelenin doğurduğu sosyal ve ekonomik sıkıntılar yalnız Türkiye için değil, Yunanistan için de uzun süre çözülemeyen bir problem olarak kaldı. Oysa asgari bir iyi niyet söz konusu olsa, konunun “Anadolu’nun Türkleştirilmesi” değil, o çağın fenomeni olan ulus-devletlerin inşa süreciyle alakalı bir şey olduğunu sezebilir, bugün kötü gelen mübadelenin yarattığı tüm kötü sonuçlarına rağmen o zaman için daha iyiye yönelik bir adım olduğunu çıkarabilir.
Yunanistan’la yapılan mübadele ve sonuçları herkes tarafından pekâlâ bilinir. Ancak bu örneği mübadelenin planlandığı ama uygulanamadığı Bulgaristan’la da birlikte okumak gerekir. Planın uygulan(a)maması o çağ için bugünden bakıldığı kadar iyi sonuç doğurmadı, kafalarda o nüfusun çıkarılması olduktan sonra mübadele yoksa ilk şıkka dönüleceği gayet belliydi ki öyle de oldu. Bir anda insanlar evlerinden çıkarılıp plansızca ve parasız pulsuz -amiyane tabirle- kapının önüne konuldu. Bulgaristan’dan Anadolu’ya yapılan göçler, pek çoğumuzun hatırlayacağı yakın tarihlere kadar neredeyse bir asır sürdü. Diğer Balkan ülkelerinden de Türkiye’ye yapılan ve uzun bir zaman dilimine yayılan göçler çok büyük çilelere yol açtı, birçok insanın da canına mal oldu.
Tarih geçmişi anlamak için değil, yargılamak için yapıldığında yukarıda değindiğim gibi deli saçması işler ortaya çıkıyor. Ancak medya aracılığıyla geniş kesimlere yayıldığında, çok tekrarlanan her yanlış gibi, gerçek diye algılanıyor, yanlış bilgiler kafalara doğrular diye nakşoluyor. Bugünün değer yargılarıyla geçmiş olayları ve onların aktörlerini yargılamaya kalkarsanız, bir yere varamazsınız. Tarih dünü anlamak, bugüne nasıl geldiğimizi anlamlandırmak için yapılmalı. Ve mümkünse kişisel kinlerden, fikrisabitlerden arınarak. Umalım ki ülkemizin geçtiğimiz on yılda aldığı derin tahribat, bu alanda da yerini daha doğru ve kaliteli işlere bıraksın.