Referandum sorunları

Referandumlar, günümüz iktidarları tarafından doğrudan demokrasi yöntemi olarak sunuluyor. Ancak, bugün ne Antik Yunan şehir devletlerinde yaşıyoruz, ne de toplum, ünlü düşünür Aristoteles’in metinlerindeki gibi hayatını felsefeye ve siyaset yapmaya vakfetmiş bireylerden oluşmakta. Hal böyleyken, iç ve dış siyaset konularında bilgi birikimi sınırlı kitlelerden, karmaşık sorunlara evet-hayır formatında cevaplar vermelerini beklemek ne derece doğru? Seçmenin yeterince aydınlatılmadığı, siyasi manipülasyona son derece açık olan bu süreçte kapsamlı tartışma gerektiren konularda bireyleri seçim yapmaya zorlamak, mevcut sorunları çözmek yerine yenilerini doğuruyor.

Selin NASİ Köşe Yazısı
6 Ekim 2016 Perşembe

Geçtiğimiz hafta aynı gün Macaristan ve Kolombiya’da, birbirinden bağımsız, iki önemli referandum yapıldı.

Avrupa’da yükselen aşırı sağ siyasetin temsilcilerinden Başbakan Viktor Orban’ın mülteci karşıtı söylemi herkesçe malum. Macaristan’da sandığa giden seçmenlerin yüzde 98’i, AB’nin ülkeye iki yıl içinde 1294 mülteci yerleştirmesini öngören planı reddetti. Referanduma katılım oranı yüzde 50’nin altında kaldığı için sonuçlar geçerli sayılmayacak; ancak bu durum Orban’ın referandum sonucunu kendisi adına siyasi bir zafer olarak nitelemesine engel olmadı. Nitekim, referandum sonuçlarını bağlayıcı kılabilmek amacıyla anayasa değişikliğine gideceğini de açıkladı.

Kolombiya’dan çıkan referandum sonucu ise belki kendi barışa hasretliğimizden olacak, daha fazla hayal kırıklığı yarattı. Nihayetinde 52 yıl süren bir iç savaştan bahsediyoruz.

Hükümet ile Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) arasında imzalanan anlaşma, yaklaşık 260 bin kişinin öldüğü, 6 milyon kişinin evini terk etmek zorunda kaldığı iç savaşı sonlandırma amacı taşıyordu. Cumhurbaşkanı Juan Manuel Santos, anlaşmayı halkoyuna sunarak meşruiyetini sağlamlaştırmayı denedi. Ancak beklenenin aksi bir sonuç çıktı. Az bir farkla da olsa, halkın yüzde 50,24’ü anlaşmaya “hayır” dedi. “Hayır” kampanyasını yürüten Kolombiya eski Cumhurbaşkanı Alvaro Uribe “Barışa değil, anlaşma koşullarına karşı çıkıldığını” söylüyor. Gel gelelim, bugün Kolombiya’nın geleceğine dair yeniden belirsizlik hakim.

Belki biraz daha geriye gidersek, sonuçlarını halen tartışmakta olduğumuz bir başka referandum, İngiltere’nin AB üyeliğinden çıkışını (Brexit) oylamak üzere, geçtiğimiz Haziran ayında  yapılmıştı. Birçokları için Başbakan David Cameron, istifasına mal olan referanduma gitme kararını, 2015 genel seçimleri yaklaşırken iktidarını garantilemek ve AB karşıtlarını yatıştırmak için almıştı. Ne var ki, referandum sonuçlarını kontrol edemedi.

Son zamanlarda, demokratik yönetimlerin peş peşe referanduma gittiğini görüyoruz.

Halk egemenliğine vurgu yapan bu eğilimin, bir süredir küresel ölçekte yükselişe geçen popülizm dalgası ile ilintili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Siyasi ideoloji olarak popülizm, yerleşik düzene, o düzeni temsil eden yönetici elitlere ve değerlerine meydan okuyacak şekilde halk kitlelerinin harekete geçirilmesini öngörmekte.  İlk etapta halka gitmek, halkın geleceğini ilgilendiren siyasi kararlarda söz sahibi olması kulağa hoş gelse de, acaba gerçekten amaçlar ve sonuçlar bakımından referandum yerinde bir seçenek mi?

Referandumlar, günümüz iktidarları tarafından doğrudan demokrasi yöntemi olarak sunuluyor. Ancak, bugün ne Antik Yunan şehir devletlerinde yaşıyoruz, ne de toplum, ünlü düşünür Aristoteles’in metinlerindeki gibi hayatını felsefeye ve siyaset yapmaya vakfetmiş bireylerden oluşmakta.

Hal böyleyken, iç ve dış siyaset konularında bilgi birikimi sınırlı kitlelerden, karmaşık sorunlara evet-hayır formatında cevaplar vermelerini beklemek ne derece doğru?

Seçmenin yeterince aydınlatılmadığı, siyasi manipülasyona son derece açık olan bu süreçte kapsamlı tartışma gerektiren konularda bireyleri seçim yapmaya zorlamak, mevcut sorunları çözmek yerine yenilerini doğuruyor.

 

Siyasi amaçlar için kullanılmaya son derece müsait olan referandumlarda seçmenler, tercihlerini yaparken sadece belli bir konuyu oylamıyorlar. Çoğu zaman konuyu referanduma taşıyan iktidarın performansına not veriyorlar. Yani bir anlamda partizanlık, ulusal çıkarlar açısından önem taşıyan konuların enine boyuna değerlendirilmesine gölge düşürebiliyor.

Özellikle referandumlardaki düşük katılımı göz önüne aldığımızda, temsil oranları sınırlı olmasına rağmen, çıkan sonuçların toplumun tamamına mal edilmesi demokratik meşruiyet açısından oldukça sorunlu. Hassas konuları sandığa taşımak, çıkan sonucun diğer tarafa dayatılmasına meşru zemin hazırlıyor.

Dolayısıyla, buradan, referandumların toplumsal kutuplaşmayı tırmandırdığı ve tarafların orta bir yol üzerinde uzlaşmasını zorlaştırdığı sonucuna varmak da mümkün.

Ama bu yöntemin giderek yaygınlaşmasının belki de en tedirgin edici yanı, iktidarların elinde, çoğunluğun azınlığı tahakküm altına almasına hizmet eden tehlikeli bir silaha dönüşme riski.

Demokrasi taraftarı hiç kimse halk iradesinin önemini yadsıyamaz. Referandum özünde halkın ne istediğini veya istemediğini ortaya koyan demokratik bir yöntem. Ancak hangi şartlarda ve ne amaçla yapıldığı, sonucu değiştirebildiği gibi, etkileri uzun yıllar sürebiliyor.

Bu sebepledir ki, referandum sisteminin iyi ve kötü yönlerinin sorgulanması, demokratik işleyiş açısından bir hayli önem taşımakta.

Ülkenin geleceğine yön verecek kararlar alınırken, toplumun geniş kesimlerinin katılımını sağlayacak ve aynı zamanda uzlaşma kültürünü de teşvik edecek yöntemler geliştirilmesi üzerine düşünülebilir.

O zaman dek, siyasi iktidarların tercihlerini çoğunlukçu mu yoksa çoğulcu demokrasiden yana mı kullanacakları dünya siyasetinin rengini belirleyecek.