Devrim, bir istibdat rejimini devirerek yerine yeni bir siyasal rejim getirme iddiası taşıyordu. Ve bu diğer İslam ülkelerindeki siyasal rejimleri hedef alan mesajlar veriyordu. İşte bu nedenle 1980lerden 90lı yılların ortasına kadar Müslüman aydınlar tarafından yayımlanan bütün eserler siyasi İslam’dan söz ediyordu, bir İslami Devlet modeli üretmeye çalışıyordu. 1995’ten sonra bu bitti çünkü İran’ın deneyimleri ve problemleri su yüzüne çıktı.
İran deyince aklıma ilk olarak 1995 yılında yüksek lisans öğrencisiyken ‘İran Anayasası’ üzerine yaptığım inceleme geliyor. Şimdilerde rahmetli olan hocam ağır Kemalist, Reşat Kaynar’ın, “Evladım, aradığın kitapları İran Konsolosluğu’nda bulursun!” demesi üzerine konsolosluğun kapılarına dayandım. Amma heyhat! Ne mümkün? “Katiyen alamayız, giysiniz uygun değil” dediler ve ben de uygun giysi tedarik edip yine gittim. Şimdilerde Capitolini Müzeleri’ndeki heykelleri örten Renzi’nin yanında benimkisi pek naif kalıyor tabii. Bu sefer kabul edildim çünkü malum, konsolosluklar o ülke toprağı sayılıyor.
İran maceram bunlarla sınırlı değil tabii. Sonra üniversitede İranlı öğrencilerim oldu. Ve şimdilerde İran deyince henüz ayrılan Ebru Gündeş- Rıza Zarrab çiftini bilebilen sıradan bir ‘yurdum insanı’nın bilgisinden daha fazla bir bilgiyle ya da bizim düşündüğümüz ülkenin öyle sandığımız gibi bir yer olmadığını özellikle öğrencilerimin anlattıklarından anlıyordum. Bütün öğrencilerimden duymuşumdur evlerinde Hafız ı Şirazi’nin bir divanının bulunduğunu ve bu şiirlerden bazı dörtlükleri ezbere okuyabildiklerini… Düşünebiliyor musunuz bugün bizim evlerde Yunus Emre’nin ya da Fuzuli’nin ya da ne bileyim Nazım Hikmet’in ya da N. Fazıl Kısakürek’in şiir kitaplarının olabildiğini ve bizim gençlerin bunları ezbere okuyabildiğini… Buna inanmak bile gülünçken; işin öte yanında hafazanallah şu taraftan yok olmadı bu taraftan diye ayırdığımız isimleri bu yazıda bile bir araya getirmeye korkuyorum. Her biri bir şeylerin temsilcisi sayılıyor; edebiyat da ciddi bir siyasi bir mecra buralarda.
İran üzerine biraz ahkâm kesmek istiyorum. Bizim en eski sınır komşumuz Şii İran üzerine… Türkiye’de radikallik denildiğinde akla nedense ilk İran gelir. Çünkü devrimini ithal edebilme başarısı gösterdi ve dünyada 1979’da büyük bir olay yaşandı: İran İslam Devrimi…
Devrim, bir istibdat rejimini devirerek yerine yeni bir siyasal rejim getirme iddiası taşıyordu. Ve bu diğer İslam ülkelerindeki siyasal rejimleri hedef alan mesajlar veriyordu. İşte bu nedenle 1980’lerden 90’lı yılların ortasına kadar Müslüman aydınlar tarafından yayımlanan bütün eserler siyasi İslam’dan söz ediyordu, bir İslami Devlet modeli üretmeye çalışıyordu. 1995’ten sonra bu bitti çünkü İran’ın deneyimleri ve problemleri su yüzüne çıktı.
Ama her duyduğumda tüylerimi diken diken edip karşımdakine ‘yahu, sus saçmalama!’ diye çıkışmama neden olan; birilerine benzemeye, benzetilmeye, derinleşemediği için de saçma sapan her şeye inanmaya pek meraklı olan halkımız da bu yersiz korkuyla yaşar ve bazı kesimlerce de yaşatılır habire.
Oysa Sünni İslam’ın karşısında güçlü bir kelam, hukuk ve din yorumu bulunan Şii İran; Bizans’ın kopyacısı Osmanlı’nın aksine dini otoriteyi dünyevi otoritenin ütünde konumlandırmıştır: Papalık gibi. İstanbul’un fatihi Sultan Mehmet Han, doğu Roma’nın, Ortodoks Hristiyanlığın, örfi hukukun yani meşhur Kanunnameler’in yaratıcısıdır. Padişahın kendi kararlarının şeri hukuk kurallarının yanına konulmasıyla Osmanlı sultanı “zıllullah ı fil arz” yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi haline gelir. Bunun pratikteki anlamı Katolik dünyasındaki papalık gibi bir temsiliyet makamı yani bir ruhani otorite kaldırılmıştır. Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olan sultan hem devlet, hem siyaset ve hem de İslam’ın en yüksek temsilcisidir. Sultan şeyhülislamı atama ve görevden alma yetkisine sahiptir. İmparatorluğun gayrimüslim halkları ise kompartmanlar halinde; vergilerini ödemek, devletin hakimiyet hakkını tanımak kaydıyla kendi ekonomik, dini, sosyal ve kültürel özerkliklerini koruma haklarını elde etmiş olarak yaşamışlardır.
Bizde olmayanı yaşatamayız, ama biz başka sebeplerden ‘bize’ benzeyebiliriz. Şimdilerde ‘Kösem Sultan’ dizisinde milletimizin izlediği; üstü başı pejmürde, isyankâr, vahşi ‘Celali’ tiplemesiyle tanıştığı; 17. yüzyılda Anadolu’yu birbirine katan Celali İsyanları’nın altında İran desteği yatar. Pek beğenilen hümanist Mevlana, Farsça yazar. Anadolu Selçuklu’nun resmi dili de Farsçadır. 19. yüzyılın kültür dili nasıl Fransızca ise, bugünlerde kuşlar bile İngilizce ötüyorsa; 13-14. yüzyıllarda da kuşlar Farsça öterdi. 1639’da Kasr-ı Şirin ile çizilmiş en eski sınırımıza rağmen İran bizim hep maceraperest ve bir o kadar da enteresan komşumuzdur.