Peki, vatanı var mıdır yahut bir yazarın evi neresidir? Nereli olur yazarlar?
Meçhul. Elbette hepsi bir yerlerde doğdu, elbette hepsi ana kuzusuydu ve elbette hepsinin idealleri vardı. Ancak çoğu doğduğu yere sığamadı ve mahallelerinde dahi barınamadı. “Yazar doğmak bir nevi lanettir” diyen Rus edebiyatçıları haklı olabilirdi. Çevreleri gibi kolayca bir baltaya sap olup, bir işe tutundukları pek görülmemiştir yazarların… Akraba eş dost kontenjanı ise dünya üzerinde bir tek onlara yaramaz! Er geç muhakkak fark edilirler ve eğreti otu gibi olmadık birilerinin gözüne batarlar. Kimseye yaranamadıkları gibi kendi başları da beladan bir türlü kurtulmaz. Yani en vahim haliyle bu yazarların yatacak yeri yoktur…
Peki, vatanı var mıdır yahut bir yazarın evi neresidir? Nereli olur yazarlar?
Zor soru. Yazan taraf olarak öyle hikâyeler biliyorum ki, cevaplamayı düşünürken bile yutkunuyorum. Buna karşın, “Efendim okuyucu, yazarların pekala asıl vatanı ve en sağlam evidir” diyebilirsiniz. Yanlış da olmaz. En azından dünya üzerinde... Lakin Türkiye’de bir yazarın ne evi, ne de huzurla üzerinde uyuduğu bir yastığı olur. Yazarlar ellerinde yastıklarla çıkıp gösteri yapacak olsa, yastıklar suç aletinden sayılır, tıpkı kalemleri gibi… Ve olan etrafa saçılan kaz kafalara olur, pardon kaz tüylerine diyecektim!
Yazar neyi tutsa mazallah devletin elinde kalır. Bu böyle biline. Ama iyi yanından bakacak olursak, devletin yazarları pekala koruma altına aldığını da düşünebilirdik, düşünemedik!
Çünkü Türkiye’de, hapse atılan yazarlar, geçmişten günümüze azımsanamayacak kadar fazla olduğu için, başka bir soru daha ortaya çıkıyor.
Ülkemizde hapse atılan kaç yazar, okuyucuları tarafından kurtarılmış yahut gösterilen yoğun okuyucu ve halk tepkisi üzerine tutukluluk halleri engellenmiştir? Hiç, sanırım buraya en uygun düşen cevap oldu. O halde yazarların evi neresidir? Dikkat ederseniz yazdıkları eserlerin demiyorum! Yazarken gecesini gündüzüne katan yazarların kendisi derdim!
Aslında abartmayalım hiç evleri yok da diyemeyiz. Mesela türk yazarları için uğramanın nerdeyse geleneksel hale geldiği bir hane var. Yalnız lokasyon olarak dönem dönem yer değiştirebiliyor. Özellikle gerçeği direkt yazan yazarların, eline kalemi aldıktan sonra henüz mürekkebi kurumadan gittiği istikamet mapushane oluyor. Oradan yakasını kurtaranlar ise muhakkak mahkeme koridorlarını mesken tutar. O dava senin bu dava benim, bitmez! Aslında yazarlar kısmen şanslıdır. Telif hakları çiğnenen senaristlerin yatacak bir yeri bile yok! Hapishane damları onların üretimlerini şimdilik tercih etmiyor. Yine de türlü soruların etkisindeyim. Bir eser, yazardan bağımsız halka mal edilmişse, pekala yazarın ürettiği kimi fikirler de halka mal edilemez mi? Yazıyı ya da romanı/öyküyü sevince halkın, sevmeyince yazarın olması şart mıdır? “İyi olur Allahtan kötü olur kuldan bilir” anlayışımız sektör ve meslek ayırt etmez mi? Tüm bunlara rağmen bir yazarın evi neresidir?
1951’de vatandaşlıktan çıkarılan Nazım Hikmet, 2009’da yine bakanlar kurulu kararıyla Türk vatandaşı ilan edildiğinde, haberini veren bizzat ben yayınındaydım. Hatta ilk duyuran olmak bana kısmet olmuştu. Yayına bağlanıp Nazım’ın itibarının iade edildiğini söyleyen kültür bakanı “Belki mezarını bile getirtiriz” derken değil Nazım, ben dahil yayını dinleyen tüm canlıların kemikleri sızlamıştır. O anlarda aklıma düşen Orhan Veli, “Bize rağmen Nazım’ı dünya tanıdı” demişti. Ne doğru demişti, lakin o hapishanelerde çürümese bile belediyenin açtığı çukurda devlet kanalıyla hayata veda etti. Her yazar gibi o da devlete borcunu ödemişti sanırım…
Halkın yüzde doksan biri, referandumda 1982 Anayasası’na ‘evet’ deyince, çıldıran Aziz Nesin, toplumla alakalı kişisel tespitlerinden dolayı yakasını türlü felaketlerden zor kurtardı. Hatta yangında kendisini “kurtarmaya” gelen itfaiyeci sayesinde az daha nalları dikecekti. Ne dediler? “Eeee burası Türkiye!” Öyle de oldu… Daha öncesinde Nazım Hikmet hakkında yazdığı tefrikaları, gelen tepkiler üzerine ayrıca yarım bırakmak zorunda kalmıştı. Çilesi yaşarken hiç bitmedi.
Kitapları son zamanlarda, en iyi satanlarda yer alan başka bir değerli yazarımız Sabahattin Ali ise korkunç bir ölüme mahkûm edilmişti. Öğretmenlik zamanlarında başına gelmeyen kalmadığı ama o hep, dokuz köyden kovulanların en başında geldi. Yazdıkları her zaman oradaydı ancak gariptir yıllar sonra bir mucize oldu ve hiçbir yerli edebiyatçıya nasip olmadığı şekilde listelerin en başına kalıcı olarak yerleşti. Kitabının bu derece sattığını görseydi, hayatı nasıl farklı olabilirdi, siz düşünün.
Bir yazarın evi neresidir?
Siz düşünürken Türkiye’de neresi olduğunu söyleyeyim. Bir yazarın evi mezarıdır. Ölmeden huzur vermezler yazana. Örneği öyle çok ki! Öldüğünde bile huzur bulamayanlar ise başka yazının konusu…