“Tehlike karşısında insan kalbinde iki ses oluşur: Biri tehlikenin türünü ve bundan en etkin şekilde nasıl kurtulunabileceğini irdeler; diğeri ise insanın her gelişen olayı öngöremeyeceğini söyler…”
Marion Kaplan tarafından yazılmış ‘Between Dignity and Despair – Jewish Life in Nazi Germany / Onur ve Umutsuzluk Arasında – Nazi Almanya’sında Yahudi Yaşamı’ adlı kitabın girişinde Leo Tolstoy’dan yaptığı bu alıntı, içinden geçmekte olduğumuz süreçte benliğimizin derinliklerinde hissettiklerimizi, yaşadığımız duygu ve düşünce karmaşasını çok iyi özetliyor.
Küreselleşme diye adlandırılan ekonomik ve finansal yapılanma ulusal ve toplumsal varlıkları öylesine girift ilişkiler içine soktu ki, engellerin kaldırılması ya da en azından bunların alçaltılması, bu varlıklar arasında sürtüşmelere neden oldu. Kültürel, siyasi, ekonomik ve finansal açıdan, kimilerinin standartlaştırmak istediği kriterlere, diğerlerinin direnci, sürecin sancılı, hatta zaman zaman kanlı, dolayısı ile başarısı tartışılan bir noktaya sürüklenmesine neden oldu.
Esas itibarı ile devletler topluluğu tarafından dağıtımı yapılan küreselleşme fikrinin sokaktaki insana anlatılması, benimsetilmesinde ciddi sorunlar yaşandığı, bu fikre olan tepkinin – kimi istisna dışında – devlet mekanizmalarından çok, radikal grupların hareketleri ile dünya gündemine girdiğini görmek, yine genellemeden uzak durarak, bu tepkilerin dünya düzenine kastedercesine dile getirildiğine, araç olarak terörün kullanıldığına da işaret etmek gerek. Belki de 2001’deki İkiz Kule saldırılarını böyle okumak, ondan sonraki yıllarda gelişen olayları bu çerçevede değerlendirmek lazım.
Herkesin yerini ve haddini bildiği iki kutuplu dünyada hayatın çok daha kolay olduğunu teslim etmek mi gerekir? Yoksa terörden bağımsız dile getirilmesi gereken tepkilerden yoksun, küreselleşmeye mahkûm edilmiş bir dünya mı daha yaşanası?
İnsan haklarından, yaşama değer katan her ne zenginlik varsa ona yaklaşmada gösterdikleri davranışa değin her tür değerlendirmede aralarında derin farklılıklar gösteren G20’nin aile fotoğrafı, aslında durumun vahametini gözler önüne seriyor. Bu aşamada, G8’den G20’ye kayışı, küreselleşmeyi rahatlatma adına atılan bir adım olarak görmek mümkün mü? Herkesin eşit, ancak birilerinin daha eşit olduğu bir dünyada denkliği sağlamak ve küresel sorunlara çözümler bulmak pek de kolay gözükmüyor. Muhtemelen bu konuda yüreklere salınan umutsuzluk, popülist söylemin yükselmesine, farklılıkların kaşınmasına ve çıkış yolunu kendinden olmayanı yok etme üzerine konumlandıran radikalleşmenin çözüm olarak algılanmasına neden oluyor. Gelin görün ki böylesi eğilimler çözüm getirmekten çok sorun yaratıyorlar toplumların başına. Bireyler için de içinden çıkılması zor durumlar doğuruyorlar.
Paylaşımın adil bir şekilde yapılacağı, problemlerin barışçı yollarla çözüme kavuşturulacağı, insanların birbirlerine sevgi, saygı ve güvenle yaklaşabilecekleri yarınlara ulaşmak globalleşmenin temelini oluşturur. Bu süreçte yaşanacak aksaklıkların giderilmesinde insan onurunu gözetmek, bencilliği bir kenara koyarak hareket etmek önemlidir. Bu olgunluğa ulaşmak, temsil ehliyeti olan kanaat önderlerinin, siyasi kadroların yönlendirmeleri ile mümkün olabilir.
Peki, şu ana dek yaşananlar buna mı işaret ediyor? Yanıtın evet olması herkesi rahatlatırdı şüphesiz. Ancak bugün, elimizde onur ile umutsuzluk arasında yırtılan tüketim toplumlarından başka bir gerçek yok. Son tahlilde, içinde yaşadığımız tehlikelerin bilincinde ancak gelişecek olayların öngörüsüzlüğü içinde savruluyoruz. Bu geçmişte böyleydi, bugün de böyle. Muhtemelen gelecekte de böyle olacaktır…