İnsanını kaybeden yapılar… Savaşlar, tehcirler, göçler sonucu insanını kaybeden ve yeni insanların yerleşmediği…
Yuval Harrari, Türkçeye de çevrilen Sapiens isimli kitabında insanın kediyi, köpeği, atı evcilleştirmediğini tam tersine asıl insanın kendisinin evcilleştiğini savunuyor. İnsanın avcı toplayıcı yaşam biçiminden yerleşik yaşam düzenine geçerken “ev”cilleştiğini iddia ediyor. Öyle ya, o güne kadar yerleşik bir “ev” kavramına sahip olmayan insan, o noktada artık bir “ev sahibi” oluyor. Mülkiyet yaşamın odağına oturuyor.
Bin yıllardır insanı şekillendiren bir algıdır mülkiyet hakkı. Bireysel bazda konuşuyorsak, alıyoruz, ihtiyacımıza ve zevkimize göre inşa ediyor, düzenliyoruz. Yaşamımızı da orada şekillendiriyoruz. Esasen, alışkanlıklar oluşturuyoruz. Duygusal bağlar geliştiriyoruz. Hatta daha ileri giderek, kimliklerimizi bu sahip olduğumuz mülkler üzerinden okumaya başlıyoruz. Yetmezmiş gibi, mülkler üzerinden okuduğumuz bu kimliklerimizle kişisel hikâyelerimizi yazıyoruz. Kişisel hikâyelerimiz bir araya geldiğinde toplumsal hikâyelerimiz oluşuyor.
Camiler, kiliseler, sinagoglar, inşa ediyoruz.
Göbeklitepe’de günümüzden 12 bin yıl önce, bir kült yapı inşa etti insanoğlu. Şu anki hali ile tarihle ilgili bilgilerimizi alt üst eden bir ibadet yeri. Ama bu ibadet yerinin yakınlarında hiç bir yerleşim yeri yok. Ya da en azından bugüne kadar bulunamadı. Bu, bilinen insanlık tarihindeki tüm yapılanmalara ters bir durum. Zira bilinen o ki, ibadet yerleri her zaman yerleşim yerlerini takip ederek inşa edilmişlerdir.
Urfa’da, Mezopotamya’dayım. Putların kırıldığı yerdeyim. Avram’ın, babasının putlarını kırdığı yerde. Tarihsel anlatıların, insanın kişisel deneyimleri ile örtüştüğüne inanırım. Dönüp kendi putlarımıza bakmak için bundan daha iyi bir yerde olabilir miyim? Bu yerde, bizler de kendi putlarımızı kırabilecek miyiz acaba? Yoksa kişisel Mezopotamyalarımız bizi bambaşka yolların ardında mı bekliyor?
Yapıları insansız bırakmak bir çeşit put kırmak mı yoksa? Bugünün Suriyelileri gibi... ya da geçmişin Antep’inde doğup büyümüş, okumuş adam olmuş, bir zanaat öğrenmiş, hatta meslek sahibi olmuş, becerisi, zevki ile dikkatleri üstüne çeken, kim bilir kimilerinin çok sevdiği, daha azının ya da çoğunun haset ettiği, belki birilerinin sevmediği bir ermeni mücevherci, tüm ailesini yanına alarak, bir gün geri gelebilme arzusuyla bugün artık görülmeyen bir işçilikle bezeli evlerini belki de bir gecede güvendikleri kahyalarına bırakıp sonsuza dek terk ettiklerinde kendi putlarını mı kırmışlardı acaba mecburen?
“Bir olayı yaşandığı andaki anlamıyla anlamlandırmak gerekir” diyor Ali Canip Hoca, bu tarihi sokakları birlikte arşınlarken.
Zaman, zaman üzerine; yaşamlar, yaşamlar üzerine kuruluyor. Antep’te 19. yüzyılda inşa edilmiş sinagogdayız. Binlerce yıllık zengin ve kalabalık geçmişten geriye kalan tek Yahudi yapı belki de. İnsanını yitirmiş bir başka yapı. Büyükşehir Belediyesi tarafından restore edilerek kültür merkezi olarak kullanılmak üzere Üniversiteye bırakılmış. İnsanı gitmiş, değerleri yok olmuş! Kapısında hala Sinagog yazıyor ama içeride, işlevsel bir sinagogda bulunması gereken Tora ruloları ve diğer dini ritüellik objeler yok artık. Yahidleri de yok. Ruhu solmuş. Yeni ruh ise pek oturmamış üzerine. Tam bir kimlik karmaşası...
Antep’in bu gezide bende bıraktığı his bu: Kimliksizlik. Kimliksizleşme. Urfa birçok anlamda ne kadar geçmişine sadık kalmış görünüyorsa da Antep bir o kadar kimliksizleşmiş.
Evet, eski ustaların torunları bakırcılar çarşısında hâlâ devam ediyorlar bakırı dövmeye... Ama şehir, her köşesini saran müzelere rağmen, belki de sırf o müzeler yüzünden kimliksizleşmiş. İnsan zenginliğini, kültür zenginliğini yitirmiş. Yerine bir zamanların çoğulcu yaşamını gösteren müzeler kalmış, sessiz ve yalnız şahitler olarak... Yahudi’si, Ermeni’si gitmiş. Yerine onların anılarını belki de terkedilmiş evlerin duvarlarındaki resimler, dolaplarında unutulmuş tek tük yorganlar, kapılarındaki bezemeler üzerinden yaşanmışlıkları anlatan, anlatmaya çalışan yıkık dökük, giderek viraneleşen yapılar kalmış.
Urfa ile Antep arasında baraj sularının altına gömülen Halfeti de böyle... 800 metre derine gömülmüş caminin minaresinin bir kısmı artık yıllardır okunmayan ezanın şahidi...
Antep böyle, İstanbul çok mu farklı? Ortaköy’deki eski yetimhane mesela... Beşiktaş Belediyesi’nin düzenlediği Fotoğraf Festivali nedeniyle gezme şansı bulduğum yetimhanenin nice anılara şahit olmuş yer seramikleri, duvarları...
Belki de, Antepli Mücevherci Nazaret Gabaryan’ın ardından, evin kapısının üzerine işlenmiş yazı söylüyor gerçeği tek cümlede: “Bu ev bugün benim, yarın senin. Yani hiç kimsenin”
Gündelik yaşamın büyük bölümünün geçtiği ve bu yüzden ‘hayat’ adı verilen ve ihtişamlı bir cam kapı ile avludaki asmaların üzerine açılan yüksek girişten aşağıdaki avluda kurulu kahvehaneye bakıyorum.
Belki bu da kırmamız gereken bir put: Belki de bir yere ait olma duygusu bugünün en ağır, en derinimize yerleşmiş ve dolayısıyla kırılması en zor putu. Belki de bu put yüzünden, insanlık bu kadar acımasız, bu kadar zavallı. Belki de bu put yüzünden yapılar insansız, çocuklar evsiz ya da yollarda perperişan.
Belki de yaşamın özü, yerleşmek değil... Ama sadece yol! Belki de bu yüzden, yapılar, iki yol arasında insansız. Geçmişin yaraları, kabul edilip konuşulduğunda, sevgi ve şefkatle sarılıp sarmalandığında, putlar kırılmış, özler gürül gürül akışa geçmiş olacak. Ancak o zaman yapılar da barışacak insanlarıyla...
******************