Yılmaz Erdoğan’ın son filmi 'Ekşi Elmalar'da bir sahne var. Dediğim dedik ‘Reis’, aşı tutmayan ağacı "Bana karşı gelmeyecektin" diyerek kestiriyor. Tarım mühendisi genç, hepsi kıpkırmızı olmuş elma ağaçlarını göstererek, “Reis Bey, bir tanesi de ekşi kalsın, hepsi aynı olmasa ne olur?” diyor. Ama Reis söz dinlemiyor ve asi ağacı yok ediyor. Aynı şekilde ailesini ve etrafını da kendi doğrularına göre yola getiriyor.
Bu hükmetme ve herkesin aynı olmasını sağlama merakı bu filme ait bir abartı değil. Bizim coğrafyada sivil toplumun beraberinde getirdiği bir araz. Gücü olan, kendi doğrusunu dayatıyor, ‘şimdi sıra bizde’ mantığı ile hareket ediyor. Eline verilen gücü kontrolsüz kullanıyor. Kuraları ve ahlaki zemini kendine göre belirleyip dışında kalanları eziyor.
Hobbes adlı siyaset bilimci, sivil yaşamın yani toplumların kökeninin, insanların birbirlerine iyilik duymasından değil, fakat karşılıklı korku içinde olmalarından kaynaklandığını iddia etmişti daha 17.yüzyılda. Çoğu zaman kendi ellerimizle, haklarımızı teslim etmemizden kaynaklanan bir güçten bahsediyoruz.
Geçen hafta dinlediğim siyasetçi arkadaşım Hande Ramazaoğullarının anlatmaya çalıştığı şekli ile, Cumhuriyet’in ilk yıllarında da toplumu şekillendirici kültürel bir zorlama yaşandı. Bir yandan ekonomi kalkındırılmaya çalışılırken bir yandan da batılı laik milliyetçi bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Ticari ve bürokratik olmak üzere iki farklı orta sınıf profili oluşmaya başladı. Dini yaşam şekli evin içine hapsedilirken, halka zorla opera sevdirme ve öğretme gibi köksüz ve plansız işler yapıldı. Özenti programlarla eğitilen halk ile onu eğitmeye çalışan milliyetçi elitist yönetim arasında uçurumlar vardı. Köylüleri zorunlu çağdaşlaştırma projesi de hükmetmenin başka bir şekliydi ve pek de yerine oturmuyordu. O zamanlardan kalma bir sözmüş bu bilmiyordum: “Çarşamba Çarşamba olalı böyle zülüm görmedi…”
Yılmaz Özdil’in 1 Kasım’daki köşe yazısından güzel bir benzetme aldım buraya: “Doğal yaşamına uygun şekilde yaklaşırsan kütük bile uyumludur. Doğal olmayan yöntemlerle yaklaşırsan kâğıt bile direnç gösterir. Parçalarsın bozarsın zarar verirsin ama… İstediğin şekle sokamazsın.”
Kısaca, bu dayatma geleneğinin bozulacağına ve farklılıkların sevgiyle kucaklaşacağı bir ortama dair umudum azaldı. Kontrolsüz güç hiçbir şeye benzemiyor. Güç sarhoşluğu, porselen dükkânında gezen fil gibi etrafı yıkıp geçiyor. Bugün güçsüz olan (gerek maddi, gerek siyasi) güce kavuştuğunda nedense tekrar aynı döngü başlıyor. Evrim gerçekleşmiyor, bir döngüde takıldık.
Hiçbirimiz de bu tanımın dışında değiliz, sakın kendimi dışladığımı sanmayın. Biz de birilerine sürekli öteki olmanın ağırlığını yaşatıyoruz. Doğrularımızı dayatıyoruz. Asimile olduklarında bir renk daha yok oluyor. Önce zafer çığlıkları ama sonrası siyah beyaz…