Sosyal medya muhteşem bir şey. Yalnız ürettiklerinizi paylaşmak için değil, verilen tepkilerden akla hayale gelmeyecek dedikoduları da alabiliyorsunuz.
Son yazımda hilafetin kaldırılmasının kaçınılmazlığını, kaldırılmasa da Türkiye’nin bugünkü gücünde pek bir farklılık olmayacağını anlatmaya çalışmıştım. Sen misin anlatan? Konu bir anda “Lozan’daki yenilgiye” geldi, meğer hilafetin kaldırılmasının gerekçesi Lozan’da İngiltere’ye verilen sözmüş. Hatta Lord Curzon Avam Kamarası’nda şöyle anlatmış meseleyi: “Zira biz onları (Türkleri) Lozan anlaşması ile ruhen, imanen öldürdük. Türkler İslam’dan uzaklaştırılacaklar. Bunun için İsmet İnönü bize söz verdi.” Buna göre hilafet kaldırılana kadar Lozan’a İtilaf devletleri onay vermemişler, ön şart buymuş. Olaylar olaylar. Demek sosyal medya olmasa haberimiz olmayacak.
Bu, “Hilafetin kaldırılması içeriden değil, dışarıdan zorlamayla oldu” tezi, içeride hilafet hakkında tam bir fikir birliği olduğu kabulüne dayanıyor. Buna göre içeride herhangi bir itiraz yoktu. Peki, öyle miydi? Ne yazık ki yüz yıl öncesinin insanlarının ne kadarının hangi konuda nasıl düşündüğü hakkında tamam anlamıyla net bilgilerimiz yok. Malum ne kamuoyu anketi diye bir şey vardı, ne de bizim gibi sosyal medyada ayak izlerini bırakıyorlardı. Yine de toplumun nereye geldiğini incelememiz için birtakım olanaklarımız var.
Bahriye Nazırı Damat Halil Paşa’nın oğlu olan Damat Mahmut Celaleddin Paşa, Sultan Abdülmecit’in kızı Seniha Sultan’la evlenir ve iki oğlu olur, meşhur Prens Sabahattin ve Lütfullah Bey. Adliye Nazırlığı ve padişahın özel müşavirliğini de yapan Paşa, II. Abdülhamit’e suikast iddiasıyla görevden alınır. II. Abdülhamit sonradan gönlünü almaya çalışsa da Paşa Saray’a muhalif olur, oğullarıyla birlikte Fransa’ya kaçar. Bu kaçış Jön Türkler tarafından dikkatle karşılanır. O da bunu karşılıksız bırakmaz. Padişahı ve çevresindekileri Avrupa’dan eleştirerek muhalefetine devam eder. II. Abdülhamit, Paşa’nın geri dönmesi için her yolu dener ama sonuç sadece pazarlıkların ve yazışmaların sertleşmesi olur. Paris, Cenevre, Londra, Kahire güzergâhını izleyen Paşa, 17 Aralık 1903’te Brüksel’de hayatını kaybeder. Paşa’nın naaşı Paris’te defnedilir. Buradaki cenaze merasimi, Jön Türkler’in protestolarını dile getirmelerine vesile olur, her ne kadar Fransız polisi cenazeyi sıkı kontrol altında tutsa da.
Ancak konu definle kapanmaz. Seniha Sultan da eşinin mezarının İstanbul’da olması için kardeşi II. Abdülhamit’e baskı yapmaya başlar. Politik bir mesele, hem ailevi bir mesele özelliği alır, hem de bir güç gösterisine dönüşür. Bu tarihten sonra Paşa’nın dirisini ülkeye getirme çabaları, yerini ölüsünü getirme çabalarına bırakır sadece. Bir hukuki mesele söz konusudur artık: II. Abdülhamit Paris Elçiliği’ne emir vererek cenazenin İstanbul’a getirilmesini ister, ama cenazenin diğer sahipleri olan Paşa’nın oğulları hürriyet ilan edilmedikçe onu geri vermeyeceklerini söyler. II. Abdülhamit, Paris Sefiri Salih Münir Bey’e emir verir ve dava açılır, her iki taraf da avukatlarıyla meramını anlatır.
İbrahim Temo’nun anılarından davayı takip edince, ilginç bilgilere ulaşıyoruz. Osmanlı Elçiliği savunmasında İslam şeriatı üzerinden argümanlar sunar. Buna göre, Halife-i müslimin cenazeler üzerinde bir hukuku vardır, cenazenin halife emrine aidiyeti ve cenazenin sağlık kurallarına uygun olarak çıkarılıp İstanbul’a gönderilmesi gerekmektedir. Davaya ara verildiğinde Temo, prenslerin avukatlarının yanına gider ve savunmada şer’i olarak da cevap verilmesi gerektiğini söyler. İşin bundan sonrası, Salih Münir Bey ve II. Abdülhamit için gereğinden fazla riskli olacaktır; eğer iddialarına devam edeceklerse, bu, hilafet meselesinin Osmanlı haricinde bir şer’iye mahkemesine düşmesi ve hilafetin tartıştırılması demektir. II. Abdülhamit geri adım atar ve cenazenin nakli meselesinden vazgeçer. Dava konusu olan Paşa’nın naaşı, oğullarının istediği gibi ancak II. Meşrutiyet’in ilanından sonra törenle İstanbul’a getirilir ve Eyüp’te babasının da mezarının bulunduğu aile kabristanına defnedilir.
Bu, neresinden baksanız ilginç bir vakadır. Önceki yazımızda belirttiklerimizi doğrulamaktan başka, birkaç veri daha sunmakta. Her şeyden önce halifeliğin sınırlarının, gücün sınırlarıyla bir olduğunu açık seçik gösterir; Temo Osmanlı haricindeki şer’iye mahkemelerin bu halifeliği tanımayacağından emindir ve davada oraya oynar, II. Abdülhamit de halifeliğinin tartışılmasını göze alamaz. Temo ve Paşa’nın oğullarının siyasi muhalefetleri bu davada halifeliğin de tartışılmasına kadar uzanmıştır. Demek ki hilafet siyasi olarak ne kadar kullanılırsa, aynı minvalde cevabını da bulmaktadır. İkinci olarak, İbrahim Temo da, Paşa’nın oğulları da nihayetinde birer Osmanlı ve Müslüman, Sultan ve halifenin tebaasındandırlar. Demek ki hilafet, içeride de her zaman için yüzde yüz desteği olan bir kurum değil imiş. Toplum öyle bir yönde değişmiş ki geleneksel kurumların bile meşruiyetleri sorgulanır olmuş. Buradan bakınca hilafetin ilgasının dikte ettirilen bir şey olarak görmek sahiden de hiç mümkün olmuyor.
İbrahim Temo’nun Şerif Mardin önsözüyle ‘İttihat Terakki ve Anılarım’ adıyla Alfa’dan çıkan anılarını okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Kitabın sonundaki ‘Atatürk’ü n’için severim?’ başlıklı metinse, özellikle bu zamanlarda ayrı bir önem taşıyor.