“Özgür irademle…”, dedi fare, “… Peyniri sevmeye karar verdim. Söylemeye gerek yok ki, böylesine önemli bir karara varabilmek, konu üzerinde uzunca bir zaman ve büyük bir titizlikle çalışmamı gerektirdi… Peynirin cazibesini inkâr edecek değilim ama böyle bir maddeyi çekici bulmak da, ancak benim gibi rafine bir şahsa yaraşır…”1
Fareler, gerçekten de, istek ve kararlarında kendilerini bizim gibi özgür hissederler mi bilmiyorum… Ama bizim türümüzün ‘temel yanılgısının’ bu özgürlük takıntısı olduğunu zannediyorum.
Tabii ki, kendi iç dünyasıyla tanışık olmayan, kendi düşüncesini izleme fırsatını hiç bulmamış bir insanın, özgür iradenin bir ‘yanılsama’ (illüzyon) olduğunu kabul etmesi kolay değildir.
Günlük deneyimimiz, düşünce istek ve kararlarımızda özgür olduğumuz hissini uyandırır, dürüstçe şöyle akıl yürütürüz: “Ben, bir şeyi istersem yaparım, istemezsem yapmam… İster konuşurum, ister susarım… Ne yapmaya karar verirsem, onu yaparım.”
Çoğumuzun sahip olduğu ve günlük deneyimimizin de destekler gibi göründüğü bu kanaat, aslında gerçeği yansıtmaktan uzaktır. Düşünce ve isteklerimizin oluşmasında özgür olduğumuz izlenimini uyandıran, istek ve kararlarımızın farkında olup, bizi bir şeyler istemeye iten nedenlerin farkında olmayışımızdır.
Nasıl ki iç organlarımız, şu anda, işlevlerini yerine getirmek için zihnimizin fikrini almıyorlarsa, düşünce ve duygularımız, istek ve tutkularımız da, özgür irademizle kendilerini onaylamamızı ya da reddetmemizi beklemezler. Koşul ve nedenleri oluşunca, gelip zihnimize yerleşirler.
Bütün diğer canlılar gibi biz de dünyaya belirli bir genetik kıvam içinde geliriz. Dünyaya getirdiğimiz yaşam malzememizi seçme imkânımız olsaydı fena olmazdı belki… Ama böyle bir seçenek bize sunulmaz.
Dünyaya getirdiğimiz, daha doğrusu içinde yaşam bulduğumuz ‘hamuru’ seçmemiz mümkün olmadığı gibi, yaşadıklarımızın etkisiyle hangi hallere gireceğini tayin etme olanağımız da yok.
Yaşadığımız müddetçe içimizde işleyen ‘esrarengiz’ bir biyolojik güç, ihtiyaç duyduğu şeyleri tedarik etmemiz için komutlar yağdırır: Beslenme, barınma, savunma, toplumda saygınlık kazanma ile ilgili istek ve komutlarının sonu gelmez. Ve bu isteklerinin karşılanıp karşılanmamasına göre ‘hamurum’ halden hale girer… Korkar, kıskanır, haset duyar, aşağılık hissine veya kibre kapılır…
‘Ben’ adını verdiğim şey, doğduğumda belirli bir kıvam içinde teslim aldığım ‘hamurumun’, bütün yaşadıklarımdan sonra, şu anda gelmiş olduğu kıvamdan başka bir şey değil… Ve bu ‘Ben’in’ bu kıvama gelmesinde etkin ve egemen olan tek bir güç var: Bizim kendisini onaylayıp onaylamadığımızı umursamadan içimizde tıkır tıkır işleyen esrarengiz biyolojik güç.
Nasıl ki güneşin doğuşu, doğanın bir ‘erdemine’, depremler de doğanın ‘kabahatine’ bağlanamazsa, kişiliğimizin gelmiş olduğu kıvam ya da -Hint düşüncesinden ödünç bir ifadeyle söyleyecek olursak - karmamız da, bizim herhangi bir erdem ya da kabahatimize bağlanamaz.
***
Yapabildiklerimiz için övünmemizi, yapamadıklarımız için utanmamızı gerektirecek hiçbir şey yok: Sn. İbrahim Tatlıses’in söylediği gibi, “Urfa’da Okusford vardı da, biz mi okumadık?”
Aynı şekilde: Einstein’ın beynini bize verdiler de biz heba mı ettik?
İnsan doğasında olup biten hiç bir şey ne yergi hak eder ne de övgü… Ne sevap vardır, ne de günah… Ne erdem ve ne de kabahat. Doğadaki hiç bir şeyi temsil etmeyen bu kavramları icat etmemizin nedeni, yaptıklarımızı özgür irademizle seçerek ve bilerek yaptığımıza inanmamızdır.
Einstein’ı anıp da, konumuzla ilgili görüşünü almadan olmaz:
“Felsefi anlamda insan özgürlüğüne hiç mi hiç inanmıyorum. Herkes yalnız dış zorlamayla değil, aynı zamanda iç zorlamayla hareket eder. Schopenhauer’in ‘İnsan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez’ sözü gençliğimden beri bana ilham kaynağı olmuştur; yaşamın zorlukları karşısında bir teselli ve tükenmez bir hoşgörü kaynağı olmuştur.”2
Bizim için de öyle olmalı.
---
1İdries Shah: Cheese for Choice
2 A. Einstein: What I Believe (1932)