Son günlerde ne haber izlemek ne gazete okumak geliyor içimden. Sözcükler yüreğimi daraltıyor, içimi karartıyor. Gerçi bu olumsuzluklar ne zaman eksildi, diye sorabilirsiniz; ancak bunlar yalnızca bir alanda olsa, neyse… Oysaki siyasetten ekonomiye, bireysel ilişkilerden sosyal yaşama her yönüyle bir kirlenme göze çarpıyor. Ölüm pusuya yatmış, hangi yüzüyle karşımıza çıkacağı belirsiz. Tüm inanç sistemlerinin ortaya koyduğu erdemler giderek aşınıyor, yeni yorumlarla şekilleniyor. Bu saydıklarımı bir ülke ya da bölgeyle sınırlamıyorum. Her gün gelişen iletişim olanaklarıyla, kuşkusuz güzel haberler yanında, yaşanan bütün olumsuzlukları da anında izleyebiliyoruz. Yaşamdan, insanlardan kopmuş, kendi dar kozası içinde hayatını sürdürenler için söylediklerimin bir önemi olmayabilir; oysa duyarlı kişilerin, çevresindeki olaylardan etkilenmemesi bana olanaksız gibi geliyor.
On yedinci yüzyılın ünlü İngiliz şairi John Donne’un, çoğumuzun bildiği ünlü dizelerini anımsatmak istiyorum:
“İnsan bir ada değildir / bütün de değildir bir başına / anakaranın bir parçası / okyanusun bir damlasıdır (…) bir insanın ölümüyle eksilirim ben / çünkü bir parçasıyım insanlığın / işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını / çanlar senin için çalıyor”
Evet, çanlar senin, benim için çalıyor; hepimiz için!
Bu sözler hiçbirimize yabancı gelmiyor. Ünlü yazar Ernest Hemingway, bu şiirin bir dizesini kitabının adı olarak kullanmıştı: Çanlar Kimin İçin Çalıyor?
Yalnızca bu birkaç sözcük bile, zengin çağrışımlarıyla bizi hangi duygu ve düşüncelere yönlendirmiyor ki?..
Şair Beki L. Bahar, “çan, ezan, hazan” sözcüklerini ayni şiirde kullanarak, birlikte yaşama olgusunu, kardeşlik duygularını dile getirmişti.
Çan, bir inancın simgesi de olsa, her birimiz için bir çağrı, bir uyarı aracı da olabilir. Bir etkinliğin başlangıç ya da bitişini belirlemek, uyuşukluk içindeki bireyin ya da topluluğun silkinmesini, canlanmasını sağlamak için de çalınan çanlar her zaman etkisini sürdürmektedir.
John Donne’un bu dizeleri her zaman için güncel olsa da, ben yaşadığım dönemin bir bireyi olarak, beynimde yankılanan sessiz çanların getirdiği bir kaygıyı, büyüyen bir korkuyu içimde taşıyorum. Salt benim değil, benden sonraki kuşakları nasıl bir geleceğin beklediği, yaşıtlarımın da ortak kaygısı oluyor.
Hiçbir şekilde umutsuz olmak istemiyorum, bunu satırlarıma yansıtmak da… Ama düşünen, düşündüklerini ifade eden herkesin görevi, kimi zaman bir sis çanı gibi olmaktır. Melih Cevdet Anday’ın ünlü Telgrafhane şiiri gibi:
“Uyumayacaksın / Memleketinin hali / Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın / Çünkü sen artık o sen değilsin / Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin/
Durmadan sesler alacak / Sesler vereceksin / Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali / Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki.../ Uyumayacaksın / Bir sis çanı gibi gecenin içinde / Ta gün ışıyıncaya kadar / Vakur metin sade / Çalacaksın”
Evet, başımızı kuma da gömebiliriz, bir sis çanı da olabiliriz. Seçim bizim!