Bir haftadır herkes şaşkın Trump kazandığı için. Geçen ay Clinton’ın neden kazanacağını anlatanlar, şimdi Trump’ın nasıl kazandığını, nerelerde yanıldıklarını anlatıyorlar. Anlatırken de Trump’a oy veren seçmenlerin anketlerde doğru cevap vermemiş olabileceklerini, bu yüzden dipten gelen dalgayı ıskaladıklarını söylüyorlar. Miş miş miş de muş muş muş.
Yanılmak herkesin başına gelebilecek bir şey, bundan hiçbirimiz azade değiliz. Aslında sosyal bilimlerde bu gibi konularda genelde benzer hatalar yapılıyor. Net sonuçlara ulaşma aşkı, araştırmacıları daha güvenli sularda yüzmeye yönlendiriyor: Bir seçim araştırması yapan için bu anket sorularından oluşturulan istatistiklerken, bir tarihçi için arşivlerden çekilen dokümana tamamen teslim olmak oluyor. Bu şekilde güvenilir bilimsel bilgi üretilebileceği düşüncesi, araştırmacıları daha çok bu metotları tercih etmeye yönlendiriyor; sürünün dışına çıkmak cesaret testi haline gelebiliyor.
Oysa arşivlerden çıkan hazineler, gerçekliği tüm taraflarıyla aydınlatacak diye bir kaide maalesef yok. Buradan çıkan gerçeklik, arşiv malzemesini kimin ürettiğine göre değişebilecek bir gerçeklik. Bu örnekte de çoğunlukla toplumun okuma yazma bilen, devlet kademelerinde görev almayı becerebilmiş elit kesimin gerçekliğine daha yakın durma tehlikesi var. Bu da, tarih bilimi örneğinde, dönemin insanların bu olayları nasıl algıladığını, nasıl içselleştirdiğini kaçırma riskini doğruyor; tıpkı medya elitleri şu kazanacak derken öbürü kazanınca fark edilen dev hata gibi.
Bu problemi çözmek için görece yeni yöntemler geliştirildi, sözlü tarih bunlardan biri. Örneğin II. Dünya Savaşı’nı çalışan bir tarihçi, teknoloji de bu kadar gelişmişken, neden savaşı yaşayan sıradan insanlarla mülakatlar gerçekleştirerek ses kayıtlarından kendi arşivini oluşturamasın? Neden bu insanlarla görüşmeler yaparak hikâyesi anlatılmayan insanların tarihini yazmasın? Ağır da olsa sözlü tarih çalışmalarının ilerlediğini ve itibar kazanmaya başladığını görmek, gerçekten mutluluk verici.
Bir başka çözüm, arşivlere bir şekilde sızabilmiş sıradan insanların hikâyelerini çekip çıkarabilmek. Bu görece daha zor, çünkü karşınızda sorular sorabileceğiniz birileri yok, ancak halk kültürünün bir parçasını yakalayabilmek için burada ciddi fırsatlar var. Tabi sınıfların kültürüyle egemen kültürü arasında ne derece bağlılık ilişkisi, ne derece özgünlük, ne derece ‘karışıklıklar var olduğuna dair sorular hâlâ çok yeni. Dolayısıyla zengin arşivlerde yeni sorular sormak mümkün, tarihi ‘aşağıdan’ yazmak, eksik kalan yanlarını bulmak da öyle. Bunun için de o insanların zihniyetlerine, durumlarına nasıl anlam verdiklerine dair yorumlarda bulunmak gerekiyor. Bu eksik kalan yan da, seçim sonuçlarını yorumlarken severek kullandıkları ‘dipten gelen dalga’ oluyor. Ancak o dalganın peşine düşmek de bahsettiğim gibi cesaret gerektiriyor. Doktora tezimde büyünün peşine düşerken ömrü billâh büyüyle anılmaktan, adımın büyücü diye çıkmasından çekinmiştim açıkçası. Ayrıca ‘küçük’ insanların ‘önemsiz’ adetleri üzerine çalışmak, çıkardığınız işin de önemsiz bulunması riskini de beraberinde getiriyor. Ancak yine de peşine düştüm, hatta bir bölümde zamanın ruhunu bir hikâyeyle yansıtmaya çalıştım, Hikâye-i Füsun ile Efsun.
Beni de böyle bir iş çıkarmaya heveslendiren, bu alanda çalışmak isteyenlere şevk veren çok güzel işler var. Natalie Zemon Davis’in 1982’de yayınlanan Le Retour de Martin Guerre çalışması, sosyal tarihçiliğe yeni bir boyut kazandırmış, tarihsel metinlerle edebiyat yazınının nasıl bir araya gelebileceği konusunda çığır açmıştı. Türkçesi de yayınlanan ve keyifle okunan bu kitap, Pirene Dağlarındaki bir dağ köyünde savaştan bir türlü dönmeyen kocası Martin Guerre’nin yerine, günün birinde köyüne dönerek herkese kendisini Martin Guerre olarak tanıtan Arnaud du Tilh’i bile bile evine ve kocalığına kabul etmiş olan Bertrande de Rols’un hikâyesini bizlere anlatıyor. Gerçek Martin Guerre günün birinde evine çıkıp gelince, sahtekâr ikilinin maskeleri düşer ve suçlarını itiraf etmek zorunda kalırlar. Natalie Zemon Davis, ilk bakışta bu kadar kısa ve önemsizmiş gibi görünen küçük bir hikâyeden hareketle, 16. yüzyıl Fransa’sının bütün kırsal ve dinsel hayatının inceliklerini gözler önüne sermeyi başarmıştı.
Bu olayı işleyen ve Davis’in setini bir tarih laboratuarı gibi andığı bir de film var aynı isimle, Gérard Dépardieu’nün oynadığı. Davis tarih ve sinema arasındaki yaratıcı gerilimden bahsediyor ve oyuncularla gerçekleştirdiği röportajların yaptığı işe katkısından: “İnsanların yaşantıları ve tarihçiler ile genel eğilimler arasındaki yeni bağları, şimdi sezinliyordum.” O bağlar üzerine yoğunlaşmamız gerekiyor, daha doğru anlayabilmek, gerçeğe bir adım daha yaklaşabilmek için. Yaşantılara bakmadan; ıskalayarak, istatistiklere bakmak anlam taşımıyor.
Sonuç itibariyle geldi Trump, döndü Martin Guerre; o dipten gelen meşhur dalga için biraz da buralara bakmak gerek.