Doğduğum ve çocukluğumun geçtiği İstanbul’u düşünüyorum, gözlerim kapalı! Çocukluğumun yeşil çayırlarını, bahçenin orta yerinde duran şeftali ağacını hatırlıyorum, gözlerim kapalı...
Doğduğum ve çocukluğumun geçtiği İstanbul’u düşünüyorum, gözlerim kapalı! Çocukluğumun yeşil çayırlarını, bahçenin orta yerinde duran şeftali ağacını hatırlıyorum, gözlerim hâlâ kapalı! Hemen biraz ötesindeki zakkumu ve vişne ağacını da görüyorum, gözlerimi daha açmadım! İçimi kaplayan duygular sizinkilerden farksız. Topum elimde, bir o tarafa bir bu tarafa atıyordum… Kulağımın sanki içinde çalmış kadar gürültülü bir korna sesiyle kendime geldim. Gözlerimi diktiğim dikiz aynasından arkadaki sürücüye sevgilerimi göndermek isterdim! Yeşil ışık yanmış... Sıkışık trafikte düşünüyordum da, acaba o zamanlar birey miydim? Sıklıkla tembihlenen “soğuk su içme, fazla koşma, çok terleme” gibi tekrarları saymazsam evet öyleydim. Özgürce oyunlar oynayabildiğim bir mahallem vardı. Daha iyisi, sokaklar benim gibi bireyler yetiştirdi. Evet, şanslıydım. Çünkü 2016’ya baktığımda zamanın ruhu, çocuklara, ne özgürce oynayabilecekleri bahçeler, ne de onları bireyleştiren sokakları vaat ediyor! Olsa olsa sitedeki oyun alanı, bilgisayardaki tuhaf oyunları, iPad’lerdeki videolar vs… Haliyle birçoğu şehir ve mücadele kelimesinden pek haberdar sayılmaz. Genelde hazır ve paket program olarak her şeyi istiyorlar. Baştan uyarmak isterim. Tipik bir sızlanma yazısı değildir. Vah vah bizim devrimizde böyleydi ama şimdiki veletler de şöyle, diyecek kadar geriden bakmıyorum. Derdim şehirle kurduğumuz ilişki! Bugün bunu gerçekten becerebiliyor muyuz? Merak ediyorum.
Bir yazar olarak bakarsam, şehrin olmayan estetiği karakterlerimi çok mutlu edemez. Keşmekeşlikten bahsederler, trafik yüzünden geç kalırlar, telefonun şarjı bittiği için haber veremeyebilirler! Bir gazeteci olarak baksaydım, her gün ayrı bir olayın olduğu bu şehir kaostan başka bir şey olamazdı. Çocuk olsam annemin elini bırakmaz, şehrin orta yerinde öylece kalmaktan korkardım. Bina olsam, dikildiğim yerden yanımdakilere bakar ve “beni lök diye diktikleri bu yerde, yanımdaki gecekondular da ne ola!” diye sorabilirdim. Yahut anıt olsam “şu önümdeki direkt beni kapatıyor” diye isyan ederdim. İstiklâl Caddesi olsam “bunca tabelayı kaldırın, çöpünüzü yere atmayın” diye avazım çıktığı kadar bağırırdım. Çok sesli bir memnuniyetsizlik tablosu gibi oldu ancak yadırganamaz.
Ve elbette bu şehrin adı İstanbul, içinde yaşayanlar da bir nevi mahkumları sayılır… Ayrıca moderndir! Her taraf alışveriş merkezleriyle doludur! Artık nasıl yorarsanız… Estetikten yoksun ve tek düze diyenler de var. Şimdi İstanbullu olduk siteleri doldurduk diyen de…
Farklı bir yerden bakalım. Örneğin sosyolog Georg Simmel, ‘Metropol ve Zihinsel Yaşam’ makalesinde modern yaşamın derin sorunlarına işaret eder. Modern şehirlerin, bireyselleşme arzusunu kışkırtmakla kalmayıp, insanın sürekli farklı olduğunu anlama ve anlatma çabasından bahseder. Özetle; metropol tipi bireyselliğini farklı bir yere koyar. Kim olduğundan ziyade, ne yaptığına istinaden kurulan ilişkiler ve “medeni kayıtsızlık” halinin şehirli olmaya dair genel bir koşulu olduğunu inceler. Medeni kayıtsızlıktan kasıt, etrafımızda olan bitenlere vermediğimiz tepkidir. Bu yanımızdaki bir dilenci yahut Suriye’den gelen göçmeler de olabilir. Sonuç olarak Simmel, metropollerin hepimizi birer “medeni kayıtsıza” dönüştürdüğünü söyler. Haksız sayılmaz.
Ancak söz konusu Türkiye olduğunda tüm görüşleri tekrar incelemek gerekmez mi? Bireysel yoksunluğumuzu “sürüden ayrılanı kurt kapar” gibi bir çok atasözü halimizi zaten ispatlar. Dolayısıyla Türkiye’de durum cemaatler ya da hemşeri dernekleri arasında kalmaya çalışan eğri büğrü bireyler olarak doğar. Sanırım öyle de kalır. Bireyler hâlâ sürüden ayrılanlar olarak ortada kalmış da olabilir.
Türk edebiyatında ise yazar ve şairlerin, şehirle kurduğu ilişki, bireyselleşmenin önünü açan en önemli adımlardan sayılır. Yazdıkları İstanbul’u severler ama içlerindeki özlem başka türlü hayallerle çelişir.
Çoğumuz Yahya Kemal’in “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul…” diye başlayan şiirini biliriz. Dönemin ruhunu, hüznünü içimize işler. Semtleriyle öyle içsel bir ilişki kurduğunu okuruz ki, derin bir yaşanmışlık vardır. Bize de sirayet eder...
2016 yılında yayınlanan Birhan Keskin’e ait şiirde ise Yahya Kemal’in İstanbul’una önemli bir gönderme vardır. Ancak “İstanbul)sana)tepeden)baktım….” diye başlar ve bunu aynı şekilde 66 kez yazar. Sadece bu kadar! Metne bakınca öyle şekilsiz bir bina gibi görünür ki, bugünün İstanbul’u sanırım daha iyi anlatılamazdı. Kişilikten, özellikten yoksun ve tekrarların olduğu kaba bir şiir görünür. Tıpkı İstanbul gibi… Bireylere söylediği ağır kaçar!
İnsanlar yaşadıkları yerlere benzer ya! Biz de her geçen gün daha fazla yaşadığımız yerle özdeşleşiyoruz. Birbiriyle alakası ve ahengi olmayan betonlar da artık en yakın akrabalarımız.