İngiltere’nin Brexit kararı ile kuvvetlenen popülizm akımı, Amerika’da Donald Trump’ın ekonomik ve kültürel olarak ezildiğini düşünen beyazların hayal kırıklıklarını harekete geçirerek ve ırkçılık kartını başarılı bir şekilde kullanarak başkanlık seçimini kazanmasıyla daha büyük bir zafer kazanmış oldu.
Bütün popülist liderler halkın bazı kesimlerinin korkularını ve endişelerini kullanarak iktidara gelmeyi hedeflemektedirler. Bunun sonucu ise öteki olarak nitelendirdikleri gruplara karşı saldırıların artmasını beraberinde getirmesidir.
Birçok ülkede liderlerin halkın korkuları üzerinden onları mobilize ettikleri gözlemlenirken, bu tarz siyasetçiler statükoya karşı olduklarını ve halkın gerçek temsilcisi olduklarını söylerler. Gerçek Amerikalılar veya gerçek halk söylemlerinde bulunurken elitlere karşı olduklarını ve kendilerinin otantik olma iddiasını ortaya koyarlar. Burada tabi çoğulculuğun ve çok kültürlülüğün reddiyesini görüyoruz. Amerika’da Orta Amerika (Middle America) kavramıyla tanımlanan bu insanlar globalleşmeden yeterli kazancı sağlayamayıp, ekonomik durumları kötüleşirken aynı zamanda etnik kaygılarla ‘ülke elimizden gidiyor’ korkusunu yaşamaktadırlar.
Dolayısıyla vurgulamamız gereken mesele Trump olgusunun sinirli, hayal kırıklığına uğramış fakir beyazların hissiyatına tercüman olması ve onların korkuları üzerinden oy kazanmaya çalışıyor olmasıdır. Ayrıca, sisteme karşı olduğu iddiası ile fakir ve eğitimsiz kesimlerin oylarını almaya çalışırken vergileri düşüreceği vaadiyle bir kısım zenginlerin de desteğini alabilmiştir. Ama buradaki ilginç nokta Donald Trump gibi son derece zengin bir işadamının fakirlerinin derdini anladığını varsaymanın ne kadar hatalı olduğudur. Empati yapabileceğini düşünsek bile daha doğru bir tanımlamanın Trump’ın göçmen karşıtı, ırkçı, cinsiyetçi söylemler ile oy toplama gayesi güttüğüdür. İşin üzücü yanı Trump bu yöntemlere başvurmasaydı seçimi kazanamayacaktı.
Taraflarının Trump’ta en beğendikleri nokta, ‘Her şeyin doğrusunu olduğu gibi söylemesi’ ve değişim vaadidir. Ayrıca “Kaybedeceğiniz ne var?” ve işçi sınıfının zaferi gibi sözler kullanması tabanının kimler olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu bağlamda siyasi belgeseller çeken film yönetmeni Michael Moore seçimlerden önce alt orta sınıfların zorluklarını anladığını, Trump’ı seçerek kendilerini iyi hissedeceklerini, böylelikle sisteme tavırlarını koyacaklarını ancak kısa sürede durumlarının daha kötü olacağını öngörüyordu.
Bütün bunların dışında Trump’ın başkan seçilişini Amerikan toplumunda kökü tarihe dayanan göçmen düşmanlığına dayandırabiliriz. Beyaz Protestan göçmenlerin kurduğu (WASP) ABD’de 19. yüzyılda İrlandalı ve Alman kökenli Katoliklere karşı düşmanlık beslendiğini, bunların papanın ajanları ve Cumhuriyet değerlerine tehdit oluşturdukları iddiaları mevcut olduğunu bilmekte fayda var. Hatta 1960’larda John F. Kennedy başkanlığa aday olduğu zaman kendisinin Katolik olması sebebiyle Amerika’ya bağlılığı sorgulanmıştı. Bütün bunların dışında zencilere karşı önce kölelik daha sonra da ayrımcı politikaların uygulandığı zaten bilinmektedir. Ayrıca Amerikan tarihinde İtalyanlara, Yahudilere ve Çinlilere karşı da ayrımcı söylemler mevcut olmuş, daha da vahim olarak İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya kökenli Amerikalılar, Japonya’ya sempati duydukları endişesiyle çeşitli kamplarda enterne edilmişlerdi. Bunların arasında Utah eyaletindeki Topaz Kampını zikretmek gerekir.
Bugüne geldiğimizde ise Trump’ın Müslümanları kayıt altına alacağına dair bir liste oluşturma teklifi ise ADL’den (İnkar ile Mücadele Derneği), komedyen Trevor Noah’ya kadar çok farklı kesimlerden tepki aldı ve böyle bir liste oluşturulması durumunda kendilerini de Müslüman olarak kayıt ettireceklerini ifade ettiler.
Fakat bütün bu ırkçı ifadelerin sonucu olarak Trump, Ku Klux Klan’ın desteğini aldı ve böylelikle onları ve neo-Nazileri harekete geçirdi. Örnek vermek gerekirse Richard Spencer’ın başkanlığındaki Ulusal Siyaset Enstitüsü (NPI) Washington’da yaptığı bir toplantıda Nazi selamlarıyla Trump’ın zaferini kutladı. Beyaz milliyetçisi olarak tanımlanan gruplar beyazların üstün olduğu ve Avrupa kökenli beyazlar olarak Amerika’nın gerçek sahipleri olduklarını ifade etmektedirler. Yukarıda bahsedilen Spencer, iyi eğitimli nispeten genç bir kişi olmakla beraber konuşmalarında Nazi ideolojisinin taraftarı olduğunu pek gizleyememektedir. Toplantısını Beyaz Saray’a çok yakın bir konumda bulunan Ronald Reagan binasında yapması ise ırkçılığın Amerika’nın başkentinde bile kendisini ifade edebildiğini göstermektedir.
Tabi bu tür gruplar hep vardı ancak Trump’ın söylemleri onlara daha yüksek sesle kendilerini ifade etme imkânı verdi ve şimdilik Beyaz Saray’a kendilerine yakın birinin geleceği umutlarını arttırdı.
Fakat şunu da söylemek gerekir ki bütün bu gelişmeler Amerika’da Demokrat Parti ve diğer liberal ve sol çevrelerin protestoları ve direnişi ile karşılandı. Büyük bir olasılıkla özgürlükler ve insan hakları alanında daha dikkatli olacak bu çevreler, yeni iktidarın eşit vatandaşlık alanında açabileceği zararlara karşı seslerini daha fazla yükselteceklerdir.
Sonuç olarak günümüz Amerika’sının 1960’lardaki Vietnam Savaşı’ndan beri ilk defa bu kadar bölünmüş ve kutuplaşmış olduğudur. Bunu yumuşatmanın sorumluluğu da yeni başkana düşmektedir.
Okuma Tavsiyesi: Michael Kazin. The Populist Persuasion: An American History.
Jan-Werner Müller. What is populism?