Laik Yahudilik

Eğer bugün ‘laik’ bir Yahudilikten söz edebiliyorsak, bunu ‘sevabı ve günahıyla’ 17. yüzyıl Amsterdam Yahudilerine borçlu olduğumuzu sanıyorum. Bu ilginç cemaatin bireyleri, İspanya ve Portekiz’de Hıristiyanlaşmaya zorlanmış Marranoslar ya da onların çocuklarıydı. Orada tüm zorluk ve zorlamalara karşın Yahudiliklerini gizlice sürdürmüş olan bu ‘dönmeler’, inandıkları dini öğrenememişler, öğrendikleri dine de inanmamışlardı…

Moris FRANSEZ Köşe Yazısı 0 yorum
30 Kasım 2016 Çarşamba

Genelde bizim Café’de ‘evrensel’ konular ele almaya çalışıyorum. Ama, diyorum ki, arada sırada bir İntermezzo* yapıp, spesifik bir konuyu ele alalım… Örneğin, bugün için önerim: Laik Yahudilik.

Eğer bugün ‘laik’ bir Yahudilikten söz edebiliyorsak, bunu ‘sevabı ve günahıyla’ 17. yüzyıl Amsterdam Yahudilerine borçlu olduğumuzu sanıyorum.

Bu ilginç cemaatin bireyleri, İspanya ve Portekiz’de Hıristiyanlaşmaya zorlanmış Marranoslar ya da onların çocuklarıydı. Orada tüm zorluk ve zorlamalara karşın Yahudiliklerini gizlice sürdürmüş olan bu ‘dönmeler’, inandıkları dini öğrenememişler, öğrendikleri dine de inanmamışlardı… Bu deneyimleri onlarda, kilise ve okullarda öğretilen şeylere kuşku ile bakmak gibi bir refleksin gelişmesine neden olmuştu.

Bu insanlar, Amsterdam’a gelip de atalarının kitaplarına kavuştuklarında, bu ‘yeni’ eski dinlerinin de Hıristiyanlıktan ‘daha rasyonel’ olmadığına tanık olmuşlar, bir tür hayal kırıklığına uğramışlardı. Kendilerini tamamen ‘Yahudi Halkına’ ait görmekle birlikte, ‘Yahudilikte’ umduklarını bulamamışlardı. 

Aralarında çok sayıda birey, gerçeğin bu ‘kutsal’ yazılarda değil, rasyonel düşüncede bulunacağını düşünmeye başlamıştı. İşte bu ortamda, Amsterdam Cemaati, Yahudi düşünce tarihinin en etkin düşünürü Baruh Spinoza’yı yetiştirmişti.

Spinoza ile Yahudi düşüncesi, Maimonides’in (RAMBAM) ilk tohumlarını attığı rasyonelleşme sürecini tamamlamış oldu. Spinoza da, RAMBAM gibi, Tanrı’nın sadece ‘doğadaki tezahürlerinde’ izlenebileceğini düşünüyordu. Hatta, “Tanrı ya da Doğa…” formülüyle, bu iki kavramın aynı şeyi temsil ettiğini ima etmiş oluyordu.

Tanrı ile Doğanın farklı şeyler olmaması, şu anlama geliyordu: Tanrı’nın ‘gerçek’ yasaları, bilimlerin ortaya çıkarmaya çalıştığı doğa yasalarıydı. İnsanın uymayabileceği Tanrı buyruğu olamazdı ve yapılacak bir yakarışla yasanın ‘askıya alınması’ mümkün değildi. Birkaç yüzyıl sonra Einstein’ın söyleyeceği gibi, Tanrı bir şeyi gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceğine karar vermek için, ‘zar atıyor’ olamazdı.

Spinoza, sadece Yahudi dinsel eğitimi görmüştü ama bu, onun kutsal yazıları kayıtsız şartsız kabul etmesine değil, çelişkili bulduklarını açık zihinle ele alıp sorgulamasına… ve tabii günün birinde de cemaati tarafından dışlanmasına yol açmıştı.

Cemaat, ‘Herem’ (dışlama, aforoz) metninde Tanrı’nın Spinoza’nın ‘adını sileceğini’ (Yimah Şemo) ilan etmişti; ama, Tanrı’nın takdiri o yönde olmamış olacak ki, bugün Spinoza’nın adı hâlâ baki, ‘Heremcilerin’ ise adlarını bilen bir kul yok…

Spinoza’yı dışlamakla, cemaat yöneticileri, muhtemelen hiç niyet etmedikleri bir modelin ortaya çıkmasına neden olmuşlardı. Spinoza Yahudi dininden çıkmış ama etnik olarak Yahudi olmayı sürdürmüştü. Başka bir deyişle, Baruh Spinoza artık dünyanın ilk laik Yahudisi olma sıfatını kazanmış oluyordu.

Daha önce tasavvur bile edilemeyip, Spinoza’dan sonra makul görünmeye başlayan bir başka ‘ilk’ de şuydu: İnsan, aynı zamanda, hem laik hem dindar olabilirdi… Çünkü Spinoza’ya göre dindarlığın üç türü vardı:

1- Batıl inançlı dindarlık: Bu, dinsel arayışın dua, oruç ve dinsel törenlerle sınırlı kaldığı en ilkel şekliydi.

2- Akılcı dindarlık: Bu da, günlük yaşamında rasyonel olmakla birlikte, hem kişisel huzuru, hem de ‘toplumun iyiliği için’ kutsal anlatı ve imgelere başvurmakta bir mahzur görmeyen, dinlerin insanlar arasında barış ve dayanışma tesis etmek için yararlı olduğunu düşünen insanın dindarlığıydı.

3- Felsefi dindarlık: Bu ise, ahlaklı davranmak için ödüllendirici ve cezalandırıcı bir Tanrı imgesine ihtiyaç duymayan, ama bir yandan da, idrak edemediği bir gücün varlığını gözlemleyen aydın kişinin dindarlığıydı…

Spinoza’nın ‘amor dei intellectualis’ adını verdiği bu ‘üçüncü tür’, laik dindarlık, organize dinlere ilgi duymamakla birlikte, doğadaki o derin aklı ve güzelliği heyecanla izleyen çok sayıda aydına ilham kaynağı oldu.

 

1 Yorum