Genelleme yapmaktan yana değilim. O yüzden içerikte, bazı kadınlar hiç sevilmemiş olmalı diye eklemek istiyorum. Üstelik sevilenleri bulup çıkaran bazı kadınlarımız zaten onları da yerden yere vurmaya doymuyor. Sahi cehalet mi bir kadına başka bir kadını kötü gösterir, yoksa başka dengeler mi devrede?
Genelleme yapmaktan yana değilim. O yüzden içerikte, bazı kadınlar hiç sevilmemiş olmalı diye eklemek istiyorum. Üstelik sevilenleri bulup çıkaran bazı kadınlarımız zaten onları da yerden yere vurmaya doymuyor. Sahi cehalet mi bir kadına başka bir kadını kötü gösterir, yoksa başka dengeler mi devrede?
“Ben, kendi evinin efendisi değildir” diyen Freud bugün yaşasaydı, bugün birçok kadının kaderini rüyalarına bağlardı. Ya da arzulanmayan dengelere demir atardı. Ama kadınların birbirlerine olan düşmanlığını anlatabilir miydi? Emin değilim.
Mesela Ebru Güneş’in şarkılarında söylediği, yalnız, çaresiz ve terk edilen kadının bizzat kendisi olduğunu güçlü sesi-ne indirgeyebilirdi. Ya da hiç affetmediği babasının, onun cinselliğine ket vurduğuna kadar vardırabilirdi. Yani konu derinleştikçe Freud’un gözlüğü karmaşayı kaosa çeviriyor.
Oysa gerçeğin gövdesine sıkı sıkıya bağlı olan Nietzsche, “ahlakın, bugüne kadar sürgüne gönderdiği herkesi ara-mak için, buzulların arasında ve en yüksek tepelerde yaşamaya gönüllü olmak gerek” der, bize. Yani toplumun ortak kullandığı ahlak gözlüklerini takmadan görebilme cesaretine değinir.
Böyle tuhaf bir hikayemiz var. Kahramanı Ebru Gündeş… Doğuştan büyük bir hediyeyle gelmiş, güçlü bir sesi var. Öyle bir ses ki, onu konfeksiyon atölyelerinden zirveye taşıyor. Hatta hayatını eleştirenleri bile karşısında mest ettiği sesi sayesinde ayakta kalıyor. Kalmaya da devam edecektir. Biraz yakından bakınca, “Demir Attım Yalnızlığa” ismiyli çıkış yaptığı şarkısında aslında kendi kaderinden bahsettiğini anlamak mümkün. Şakayı seven hayatın, ona hazırladığı sürpriz ve verdiği mesaj, zamanı geldiğinde yalnız kalabileceği ihtimalidir. Fırtınalar koparır Ebru Gündeş, sürükler ve sürüklenir. Ama gerçeğin bizzat kendisini yaşar.
O vesile ile bu yazı da, kendi gerçekliğini kaçmadan yaşayanlara adanmıştır.
Nietzsche, bir kitabına “diyelim ki kadın gerçeğin kendisidir” diye başladığında, elbette kadını anlayabilmenin müm-kün olmadığını izah eden bir girizgahın peşine düşmüştü. Felsefe bugün hala kararsız. Nietzsche, gerçek bir kadın düşmanı mıydı yoksa kadın iç dünyasıyla yüzleşmeyi başarabilen tek erkek miydi? Ben görüşümü ikincisinden yana kullanacağım. Nietzsche kadar her gerçeğe bodoslama dalan bir adam, şeytanın gör dediğine bakabilme cesaretini göstermiştir.
Fakat yine de Nietzsche okumalarının altına saklanmış tuzak ve kayalar arasından sanırım en zoru, yine kadın mese-lesini ortaya çıkarmak olur. Doğuştan kavgacı, kışkırtıcı, deli ve etkili filozof, doğru, iyi ve kötü kavramlarına zaten en başından karşı çıkar. Kin ve hınç ise ona göre tamamıyla ruh hastalığıdır. İnsana, kendini aşıp iyi ve kötünün ötesinde bir hayat yaşamayı anlatır. Yorulmadan ve defalarca üstelik…. Ama tüm bunları kadınlara anlattığını söyleyenlere kulak asmadan edemiyorum! Bence Nietzsche bu dünyaya kadınlar için gelmiş ancak bunu bir türlü söyleyememiş-tir. Yazdıklarının temeli bile buna çoğu kez atıfta bulunur. Elbette bana göre…
Peki tüm bunların Ebru Gündeş’le ne ilgisi olabilir?
Son günlerde onu sarsıcı bir şekilde eleştiren kadınlara şaşırıyorum. Kadınların, hemcinslerine karşı gösteremediği tahammülü sorguluyorum. Yırtıcı bir sorgulamayla ahlakı aidiyetleştirme çabalarını ürkütücü buluyorum. Eleştiriyi, karşısındaki kadının cezalandırılması alt metnine bağlayan kadınlara sormak istiyorum. Siz hiç sevildiniz mi, yahut gerçekten sevmeye cüret edebildiniz mi?
“Ne sevgisi bu bariz çıkar ilişkisi” diyenlere cevabım basit! Diyelim ki öyle! Ancak bunu bile söyleyebilmek için sevgiyi şekillendirmiş oluyoruz. Oysa binlerce versiyonu, çeşidi ve tarzı olabilir. Ayrıca en büyük aşkı para olan bir adam da, dünyanın en kötüsü sayılmaz. Hatta kötülükle alakası da yoktur… Asıl kötülük bize neyi nasıl yapmamız gerektiğini söylemeye çalışan ahlakçı üslubun kendisidir. Dünya adeta bu ahlakçıların katlettiği insanlar mezarlığıdır.
Ancak gerçekten hayatında bir kerecik olsun, bir erkek tarafından sevilen bir kadın bunu sorgular mı? Sanırım cevabı biliyoruz. En azından sorgusuna kin ve nefretle değer biçmez. Yahut hayatın, eleştirdiği kişiyi cezalandırması için derin bir istek duymaz.
Simone de Beauvoir ‘ın Bridget Bardot’nun hayatını analiz ettiği kitapta, onu ilk Amerika’nın kabullendiğini yazar. Fransızların burun büktüğü Bardot, daha ilk filmiyle Amerika’da öyle bir sükse yapar ki, ünü Fransa’ya adeta para-şütle iner.
Söz konusu dünya starları olunca elbette skandallar eksik olmuyor. Ancak feminizmin etkili isimlerinden Simone de Beauvoir’ın, dişiliği Bardot üzerinden böyle ateşli savunuşu, beni her defasında şaşırtır. Özellikle “kadın, kadının kur-dudur” dedikleri dünyamızda…
Merakım bizim, Ebru Gündeş üzerinden hangi kadınlığı tartıştığımız ve yine hangi kadını cezalandırmak istediğimiz?