15 Temmuz darbe girişimi, Türk siyasi kültürüne işlemiş olan ‘Yalnız Kurt’ güdüsünü, diğer bir deyişle dış politikada bağımsız hareket etme eğilimini tetikledi.
Bir tarafta batılı müttefiklerin darbe girişimine ikircikli yaklaşımının yarattığı ihanet ve güvensizlik, diğer tarafta olağanüstü hal koşullarında demokrasi ve insan haklarının zedelendiği yönündeki eleştiriler, Türkiye’yi alternatif ittifak arayışlarına itti. Rusya, bu kargaşada Batı’nın Türkiye’den esirgediklerini sunan, ideal bir ortak olarak sivrildi.
Her ne kadar hükümet yetkilileri Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinin Batı’ya alternatif olarak yürütülmediğinin altını defalarca çizmiş olsa da, Moskova-Ankara arasındaki balayı -aynı anda hem AB hem de ABD ile ilişkilerimiz gergin seyrederken- dışarıdan bu şekilde algılanıyor.
Türkiye’nin komşusu Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmesi elbette olumlu; tabi, ilişkiler karşılıklı bağımlılık esasına dayandığı ve dış politikada doğu-batı dengesi gözetildiği sürece.
Ne var ki, 15 Temmuz sonrası yükselişe geçen Batı karşıtı dalganın dış politikada yol açtığı tepkisellik, rasyonalitenin önüne geçmekte.
Bir kısmı haklı gerekçelere dayansa da, Batı’ya duyulan öfke, Türkiye-Rusya yakınlaşmasının getirileri ve barındırdığı görece risklerin kapsamlı bir analizini yapmaktan alıkoymakta.
İki ülkenin bölgesel rekabet dolu siyasi geçmişi, Rusya’nın sıcak denizler politikası ve 2008’den bu yana gözlemlenen yakın çevresindeki yayılmacı eğilimi göz önüne alındığında, Türkiye’nin batı ile çıpasının muhafaza ederek, temkinli bir yakınlaşma izlenmesinin daha yerinde olduğu görülebilir.
Doğru. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin darbe girişimi sonrası Ankara’ya koşulsuz destek sunan ilk liderlerden biriydi.
Otoriter yönetimleri nedeniyle eleştiri alan iki ülke, fazlasıyla ikiyüzlü buldukları Batı değerlerine dair duydukları ortak memnuniyetsizlikten dayanışma üretti.
15 Temmuz sonrası gerçekleştirilen üst düzey ziyaretlerde Suriye üzerine farklılıklar büyük ölçüde giderilmeye çalışıldı ve neticesinde ağustos sonu Türkiye, Kuzey Suriye’de Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatabildi.
Suriye Savaşı süresince Türkiye’nin tehdit öncelikleri değişti. Bugün öncelikli hedef, Suriye’de sınıra yakın veya uzak olsun, üç kantonun birleşmesiyle oluşacak bir Kürt Koridoru’nun engellenmesi.
Moskova ve Ankara arasında üstü kapalı prensip anlaşması, Türkiye’nin Halep’teki muhaliflere desteğini kesmesi karşılığında, Fırat Kalkanı kapsamında bölgeyi IŞİD’den ve daha çok Kürt güçlerden temizlemesine olanak sağlıyor.
Yine de, Türkiye ile Rusya’nın gerek Beşar Esad gerekse Suriye Kürtlerinin geleceği konusunda tam anlamıyla anlaştıklarını söylemek güç. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağustos ayındaki ziyaretinde Putin’in Moskova’daki PYD ofisinden ilk kez haberdar oluyor görünmesi manidardı. Ama savaşın son safhalarına doğru, sahadaki güç dengelerine göre Rusya’nın Kürtlere yaklaşımı değişebilir.
Esad konusunda gelince... Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sonradan düzeltilen, “Suriye’ye Esad’ı devirmek için girdik” beyanatı aslında içten içe husumetin sürdüğünü ve bir fırsat anı kolladığı şeklinde yorumlandı. Bu beyanat aynı zamanda Suriye’deki Rusya-Türkiye ittifakının sınırlarını göstermiş oldu. Bir yıl önce Rus savaş uçağının düşürüldüğü aynı gün, 24 Kasım’da, Suriye’de savaşan Türk askerlerini hedef alan hava saldırısını bu bağlamda değerlendirmek gerek.
Bu arada Başbakan Binali Yıldırım’ın son Rusya ziyareti Türk ve Rus tarafının normalleşme sürecine nasıl farklı yaklaştıklarını gözler önünde serdi.
Türkiye uçak krizi ertesinde ihraç ürünlerine uygulanan ambargoların bir an evvel kaldırılmasını talep ederken, Rusya kademeli bir süreç yeğliyor.
Yine uçak krizi sonrasında tekrar yürürlüğe konulan vizelerin de yakın zamanda kaldırılacağına ilişkin bir işaret yok. Dahası, Ankara’nın bir süredir talep ettiği doğalgaz fiyatlarında indirim de Gazprom tarafından karara bağlanmış değil.
27 Haziran’da başlayan normalleşme süreci boyunca Kremlin’in ana odağı enerji işbirliği oldu. Rusya’nın doğal kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştıracak alternatif hatlar, Türkiye’nin enerjide merkez ülke olma hedefine hizmet etse de, Türk Akımı ve Akkuyu Nükleer Santrali gibi projelerinin yarattığı coşku, Türkiye’nin Rusya’ya giderek artan enerji bağımlılığını kamufle etmeye yetmiyor.
Son olarak gündemde, Rusya ile ticaretin yerel para birimleriyle yapılması teklifi var. Dolar vb. yabancı kurlar ile ülkeyi istikrarsızlığa sürükleyen uluslararası komploları boşa çıkarmayı amaçlıyor. Ancak birçok ekonomist, yaşanan krizi geç kalınmış yapısal reformların neticesi olarak değerlendiriyor.
Türkiye’nin 15 Temmuz travmasını atlatabilmek için zamana ihtiyacı var. Daha birinin yaralarını saramadan, artarda gelen terör saldırıları ile milletçe sarsılmaya devam ediyoruz. Ama Batı karşıtı retoriğin bu konuda yardımcı olduğunu söylemek güç. Tam tersi içeriden ve dışarıdan düşmanlarla çevreli olma mantığı sağduyulu değerlendirmeler yapmayı engelliyor. Ve nihayetinde bu söylemler, AB ile ilişkilerin kopması veya NATO ile ilişkilerin zedelenmesi şeklinde sonuçlandığı takdirde, bu durum en çok Rusya’nın işine gelecektir.
Birçoklarının göz ardı ettiği bir gerçek var ki, Türkiye bugün Kırım, Abhazya, Ermenistan ve Suriye’de Rus üsleriyle çevrelenmiş durumda. Daha Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Karadeniz’in Rus gölüne döndüğü” şikayetinin üzerinden sadece aylar geçti.
Türkiye’nin jeopolitik konumu dış politikada hassas dengeler gözetmesini zorunlu kılar. Kamuoyunun hezeyanlarından arındırılmış, sağduyulu, çok yönlü ve çok taraflı bir dış politikanın gerektirdiği şekilde Türkiye’nin ittifak kurma gücünü pekiştirmesi lehinedir.