Ülke olarak çok zor günlerden geçiyoruz. Kötü bir olayı daha tam anlamıyla atlatamadan, başka bir kara haber tez yayılıveriyor. Terörün kökünün kazınması elbet uzun bir zaman gerektirecektir ama bazı sorunlarımızın bir türlü çözülmek bilmemesinin sebebi, birbirimizle oturup doğru düzgün konuşmayı başaramamamız.
Aladağ’daki yurt yangını bunlardan biri. Aslında darbe girişiminin temelinde ne varsa, bu facianın temelinde de o var. Sormamız gereken, ama sorduğumuzda da dine karşı olmakla eleştirilebildiğimiz, bu yüzden de üzerine konuşulması engellenen sorular bunlar: “Bir cemaat neden yurt kurar, neden dershane kurar?” Kamunun üstlenmesi gereken görevleri, neden bir cemaatin üstlendiğini sormak, bu çağda en doğal hakkımızdır. Çünkü bunun “Tarihimizde bu var” diye açıklanacak bir yanı yok, aksine bu görevlerin devlet tarafından yüklenilmesinin bir tarihi var. Osmanlı’da tarikatlar ve vakıf çalışmaları vardı, evet, ama zaman içinde önemini yitirdi.
Bugün bildiğimiz anlamıyla devletin, modern devletin doğuşu uzun bir zamana yayılmıştır. Bu süre içinde bugün yapılmasını devletten beklediğimiz işlerin önemli bir bölümü, başka aktörlerden yavaş yavaş devlete geçmeye başlar: Devlet, artık vergilerin toplandığı, belli işlerin yapılmasını ve onların sonuçlarının sorumluluğunu üzerine alan bir yapı haline gelmiştir. O eski aktörlerden biri de, İslam dünyasında 8. yüzyıl ortalarında yaygınlaşan vakıf kurumudur. Kişi, malını alıp satmayı kendi rızasıyla bırakır, kendi mülkiyetinden çıkarıp Allah yoluna ‘vakfeder.’ Bu vakıflar, bugün belediyelerin yerine getirdikleri birtakım görevleri üstlenmişlerdir İslam dünyasında; ibadethaneden tutun eğitime, imar ve iskândan tutun şehre su getirmeye, fakirlerin himayesine kadar. “Tarihimizde bu var” söyleminin karşılığı budur. Pek çok iş, vakıflar aracılığıyla yürütülmüştür.
Osmanlı’nın ilk yıllarına gidelim. Devlet, bugün bildiğimiz anlamda modern devlet değil; bir yandan sınırlar genişliyor, sürekli bir nüfus hareketliliği var. İlerlemenin olduğu bu fetih ve iskân döneminde Anadolu halkı yeni edinilen yurtlara yerleştirilmeye başlanır. İşte bu noktada modern devlet olmadığı için bugün ondan beklediğimiz birtakım beledi hizmetleri görmesi için vakıflar devreye girer. Tekke ve zaviyeler, yeni yerleşen halk için gerekli hizmetleri yüklenir, imarethaneler, ibadethaneler gibi. Bu hizmetler yolcular konaklasın diye yapılan merkezler gibi fonksiyonel amaçlar taşır. Osmanlı atalarımız “her şeyi devletten beklemiyorlardı”, çünkü merkezi yönetim bugünkü merkezi yönetim gibi değildi. Devlet, çeşitli hizmetlerin gördürülmesini bu vakıflar aracılığıyla sağlardı. Merkez, vakfa bir mülk vakfeder ve o mülkün gelirleriyle o yerde yapılması gereken hizmetleri yaptırır, muhasebesini de tuttururdu. Bu, bugün de yapılmaya çalışılan şey. Birtakım vakıfların devletten aldıkları bağışları hepimiz görüp duyuyor, şaşırıyoruz. Oysa devletin vakıflara iş yapsın diye bağışta bulunacağı bir çağda değiliz. O zaman gerekli olan şey, bugün gereksiz. Bu işlemi mantıklı kılan, iletişimin ve ulaşımın bu kadar kolay olmadığı çağlarda, devletin bizzat kendisi gidip yapmak yerine, gönüllüleri mobilize etmesine olanak tanımasıydı.
Ancak fetihler ve iskân azalınca, bu mobilizasyon azalır; tekkeler de bu değişime ayak uydurur. İnanç merkezi olmaya devam eder, ilim irfan faaliyetleri gösterirler; ancak özellikle başkentte artık neredeyse parti gibi hareket etmeye başlarlar. Çünkü ihsanı eyleyecek devletlû kimse, ondan yana durmak icap etmeye başlar. İşin içine siyaset karışmaya başlamıştır artık. Bir yandan klasik dönemdeki işin rengi değişmeye başlamıştır, bir yandan da dünya ilerlemekte, Avrupa’da modern devlet yavaş yavaş oluşmaya başlamıştır. Vakıfların faaliyet alanlarına giren hizmetler, artık yeni oluşturulan belediyelerin konusu haline gelmiştir. Yani, vakıfların varlık sebepleri, devletin görev ve sorumlulukları arasına girmiştir.
Öte yandan, modern devlet demek, merkezileşme demek. Ancak vakıfların görev alanlarının devlete geçmesi, vakıfların bir gecede kaldırılması anlamına gelmeyecekti. Devlet, ilk elde vakıfların mali özerklikleri üzerine çalışacaktır, vakıflarla ilgili nezaret kurulur. Bu bakanlık vasıtasıyla vakıfların faaliyetleri ve harcamaları merkezden denetlenir hale gelir; işini iyi yapmayan, yapamayan veya artık yaptığı işin yapılmasına gerek kalmayan vakıfların mülkleri müsadere edilir, mali özerkliklerini yitiren tarikatlar kontrol altına alınır. Yani bu işin din düşmanlığıyla bir alakası yok, tarihin akışı bizleri bu noktaya getirdi. Osmanlı’nın bizzat kendisiydi vakıfların özerkliklerine neşter vurup da bu hizmetleri üzerine alan. Bugün ibadethane ve inanç gerekliliklerinin yerine getirilmesi için gerekli hizmetleri Diyanet İşleri Başkanlığı yürütüyor, vakıflar için Vakıflar Genel Müdürlüğü var.
Bugün ibadet, barınma, eğitim vb. hizmetleri devletin başka aktörler aracılığıyla yürütmesinin daha verimli olduğu, işlerin daha primitif yapılarla görülebileceği zamanda değiliz. Osmanlı’da başlayan bir modernleşme hikâyemiz, uzun bir geleneğimiz ve güçlü bir devletimiz var. Vergileri bir merkezde toplayan, bütçesini oluşturan, o bütçeyle de sorumlu olduğu işleri bizzat kendi organlarıyla yürüten bir devlet. Dolayısıyla bugün tarikatların, cemaatlerin ve onların hukuki varlıkları olan vakıfların, derneklerin yurt, dershane gibi ihtiyaçları görmesine gerek yok. Osmanlı’yı referans aldığımızda gördüğümüz, dönemin ihtiyaçlarına göre aksiyon almasından, şartlar değiştiğinde gereken düzenlemeleri yapıp çağa uyum sağlamak için çaba göstermesinden başka bir şey değil. Örnek alınacaksa bu alınmalı.