2016’nın sonlarında Ortadoğu’da ve Ortadoğulaştırılmaya çalışılan ülkemizde kan gövdeyi götürürken, her hafta yeni bir alçak katliamın ölümcül nefesini ciğerimizde acıyla hissederken, aynı 2016’ın başlarında ise bizim batımızdaki coğrafyada son yılların belki de en önemli ve en anlamlı buluşu gerçekleşmişti.
Hatırlayanlar bilir, ‘Einstein 100 yıl sonra haklı çıktı’ başlıklarıyla evrene yayılan haberde, Avrupalı ve Amerikalı bilim adamların ortaklaşa çalışmaları sonucu dünyanın, evrenin ve galaksilerin yaşamındaki bilinmeyenleri çözecek ‘Yerçekimi Dalgalarının en nihayet bulunduğu, daha doğrusu evrenin doğuşundan sonra hep var olduğu varsayılan ama bir türlü keşfedilemeyen bu dalgaların bilimsel yoldan gözlemlendiği zafer naraları eşliğinde açıklanmıştı.
Yaklaşık 1 milyar ışık yılı önce iki devasa kara deliğin çarpışmasından oluşan bu dalgalar bizim günlük tanımımızla nitelendirdiğimiz yer çekimini yaratmış, bunun sayesinde dengeli bir insan kolonisi hayatı kurulabilmişti. Bu buluş günlük hayatımızı değiştirecek bir buluş değildi ama bing bang’i anlama, evrenin oluşumu ve sürekliliğinin sağlanması bağlamında astronomi biliminde devrim yaratacak bir buluştu söz konusu olan.
New York Times, bu keşfi dünyada 2016’ın en önemli olayı olarak nitelendirirken biz neredeyiz, neleri konuşuyoruz bugünlerde…
Anlaşılmaz bir nedenle kış saatine geçmediğimizden dolayı sabahları zifiri karanlıkta okula ve işine giden bir milletin haleti ruhiyesi zaten güne ‘karanlık’ başlarken bir de artık kanıksanmaya başlanan terör olaylarının yarattığı depresif hava her tarafımızı ele geçirmiş durumda. Geçtiğimiz hafta Beşiktaş, bu hafta Kayseri. Masumlar saniye içinde yok oldular. Devasa acının farkında mısınız? Bunlar yetmezmiş gibi bir de Rus Büyükelçisi öldürüldü Ankara’da.
En tehlikesi de bu ortama alışmamız, alçak katliamları kanıksamamız ve hayata hiç bir şey olmamışçasına devam etmemiz. İşte asıl tehlike burada başlıyor. Sıcak savaş dönemlerinde birey kendisine bir zarar gelmediği müddetçe, etrafındaki kan ve gözyaşına iyice duyarsızlaşır, körleşmiş ve adeta çürümeye yüz tutmuş hayatına devam etmeye bakar. Zira ölümler artık sıradanlaşmıştır. Ölümü bile tüketmişizdir savaş zamanında.
Üstelik her katliam sonunda, anlaşılır olsa da, son tahlilde acıyı ve kaosu daha da büyütecek ‘intikam’ söylemlerine nasıl bakmak gerek? Sokaktaki insanı anlarım. Lakin yetkililerin bu söyleminin yanlışlığını bu kaos döneminde kime, nasıl anlatacağız?
Sosyal medyada en ufak bir barış çağrısına bile yazdığınıza sizi pişman edecek bir toplu saldırı karşısında insani tüm manevi silahınızı kaybettiğinizi anlarsınız.
Suriye’de özellikle Halep’te olanları tüm dünya hayretle izlerken insanlığın ölmüşlüğünden çok çürümüşlüğünden bahsetmek gerek. Bu dekadansı yaratan dinamikler, çözülmesi gereken meseleler olarak masaya konmadığı sürece bireyin çürümesi daha da ileri safhaya varacak ve nihayetinde sadece hayatta kaldığı için sevinir hale gelecek. Hepimiz hayatta kalma moduna geçmeye başladık. İkinci Dünya Savaşı sonunda, bir gün biri, 21. yüzyılın başında 20. yüzyılın ilk yarısına dönüleceğini söylese, ona deli gözüyle bakmaz mıydık sizce? Sorum, o halde tek: Tehlikenin farkında mısınız?
Bu farkındalığı arttıracak liderler maalesef yok artık yeryüzünde. Her lider popülizmin sığ denizlerinde yüzmeye başlamış ve ortak aklın ve mantığın enstrümanlarını kullanacağı yerde popülist aklı kullanmaya başlamışsa eğer, vah dünyanın haline ve yakın geleceğine…
20. Yüzyılın dünyayı harabeye çeviren dünya savaşlarını Avrupa’nın ortasında sadece tek bir kişi öngörmüştü savaşlardan onlarca yıl önce. Toplumun manevi çöküşünü anlatmaya çalışmış, gidişatın büyük bir çözülme ve çökmeye doğru evrildiğini açık seçik anlatmaya çalışmıştı 1890’larda Friedrich Nietzsche.
Yaşadığı dönemde kimseler onu anlamamış, o ise muhteşem sosyolojik ve tarihi analizlerinden sonra insanlığın büyük bir karanlığa girmekte olduğunu savlamıştı. Ölmeden önce son eserinde ise, bir peygamber öngörüsüyle ‘İnsanlar beni önümüzdeki Avrupa savaşlarından sonra anlayacaklar’ diyecekti.
Nietzsche’nin bu bağlamda sarf ettiği, “Üzerinde bulunduğumuz buz öyle inceldi ki, hepimiz meltem rüzgârının sıcak ve tehlikeli nefesini hissediyoruz” sözleri tam da bugünün de resmini çizmiyor mu?
Bunu ‘görebilmek’ için artık yeni bir Nietzsche’ye de gerek yok. Güneş her şeyi aydınlatıyor.
Üzerinde durduğumuz buz tabakası her geçen gün eriyor.
Yoksa hala tehlikenin farkında değil misiniz o küçük, kapalı dünyanızda?