Her günü başka feci bir haber alarak yaşadığımız bu devrin adı ancak esnek çağ olabilirdi. En azından Türkiye için… Ne alaka dediğinize eminim. Hangi esneklik? “Şaşırmaktan, korkudan ve sinir harbinden kaskatı kesildik” diye düşünebilirsiniz.
Muhtemelen haklı da olursunuz. Fakat diğer bir açıdan baktığınızda, en basit haliyle hangi taraftan çekildiğimizi kestirememek ve ortasında kalmak da bizi çağın esnekleştirdiği bir hale getirir. Zoraki olsa bile… İlk akla gelen örnek bile acıklı. Bombalar patladığında içerikten çok sayıyla ilgilenen bir güruhun varlığı ve sosyal medyada dönüştüğü halleri izlemeniz yeterli. Öylesine esnedik ki hatta artık tutar bir yerimiz kalmadı.
Peki her şey bir günde mi oldu? Yani biz bir sabah uyandık ve böyle bir ülkenin içine mi düştük? Söz konusu Türkiye olunca insanın evet diyesi geliyor ama durum tam böyle değil.
1980 sonrası şekillenen dünya, üretimini artık daha çok parçalayıp tüm dünyaya yaymıştı. Yeni şirket yapılanmalarında çok daha esnek bir yapıya geçildi. Bir faaliyetten diğerine daha rahatlıkla geçen firmaların çalışanları da aynı esneklikte konumlandırıldı.
Durum esnek kapitalizm olarak tanımlandı. Yani 1980 sonrası dönemde stoklardan vazgeçilip standardize mallar yerine, isteğe bağlı örgütlenen bir kapitalizm geldi. Taşeronlaşmayı getirdi. Buzdolabının üretimi dahi parçalar halinde yayıldı. Ulaşımın ucuzlaması, taşınma ücretlerinin düşmesi, konteynır gemiciliğinin yayılması, navlunların düşüşü ve birçok sebeple dünyanın dört bir yanına yayılan üretimi ortaya çıkardı. Ayrıca küresel fabrikayı mümkün kılan 1980 sonrası iletişimin hızlanması ve üretimin de bilgisayara bağlanmasıyla, teknik alt yapı, üretimi değiştirme kapasitesine ulaştı. Çok büyük markalar bile tasarımını yapıp küçük üreticilerden ürünlerini toplamaya başladı. Bu arada gelir farkımız henüz çok açılmamıştı.
Acı ama gerçek olan; tüketimin aldığı farklı boyutlar bizim, şehirle ilişkimizi belirledi. Yeni pazarın içinde bulunduğu yeni örgütlenmede bir malı almaktan çok onun, dünyamıza dönüşmesiyle ve hayatımıza derinden nüfuz etmesiyle ilgiliyiz.
Artık içine çabucak girip çabucak çıkabildiğimiz tüketim gruplarımız bile oldu. Bisikletçiler, yogacılar, estetik grupları… Aklınıza ne gelirse… En güzeli de hiçbir mecburiyeti ve zorunlulukları yok. Gruplar arası geçiş bile yapabilirim. Tüketim yoluyla kurduğumuz “yeni cemaatlerimiz” var. Dostluk ya da aile değil. Yeni tüketim biçimi üzerinden kurduğumuz sosyal ilişkiler… Şahane! Aslında şahaneydi galiba…
Fakat hepsini bu köşeye sığdıramayacağım birçok vesileyle konu gelip malum yere dayandı. Yani bunun siyasete yansıması! Gecekondulara ilk kondukları dönemde, yarın öbür gün şehre dahil edilecek akımlar olarak bakılırmış. Eninde sonunda onların da orta sınıf olmayı öğreneceği düşünülürmüş. Tabii ki modernleşme ve endüstrileşmesini geç yaşayan Türkiye’de şartlar buna izin verirse! Maalesef bu fikirden vazgeçildiğinde sanırım kötülük tohumları da 1990’larda serpilmeye başlandı.
Çünkü 1990’lardaki bazı olayların ardından İstanbul’daki gecekondular, orta sınıfa katılması muhtemel kalabalıkken, bir anda bize tehlikeli gelmeye başladı ve varoş dendi. Yeni fakirlik biçimi olarak kabullendik. Dışarıda bırakılanlar haliyle somutlaşan şehir hayatından dışlandı. Dilde dışarı atılınca bir korku söylemi ortaya çıktı. Kapkaççı tehlikesi, tanımıyla beraber o dönemlerde hayatımıza girmeye başladı. İstanbul bizim için artık yaşaması daha tehlikeli bir şehir haline geldi.
Bizim esnemek üzerine 1980’li yıllarda aldığımız dersler başka, 1990’larda karşımıza çıkanlar daha başkaydı. Biz yine esnedik. Ve yine esnedik. Yıllar geçti!
Bugün İstanbul yükselirken yeni yoksulluk ve yeni zenginlik biçimleri, aynı gölgenin etrafından çıkıyor. Üstelik birbirlerini besleyerek. Yeni zenginlik biçiminin en önemli göstergesi ise mekânsal tercihler. İstanbul’da 1985’ten itibaren Göktürk köyünün şekillenmesi, durumu anlatan en somut örnek. Siteler ve bu semtlerde oturanlar giderek tekinsizleşen şartlardan kaçıyor. İroni ise kendisi büyürken hayatımızı küçülten İstanbul’da yaşıyor olmamız! Hayatı siteler içinde ve etrafında deneyimleyen sakinler şehri oldu. Şehrin sadece belirli alanlarını kullanıyoruz. İstanbul aslında büyürken her türlü sınıfa küçülüp daralıyor.
Bizim yeni özgürlük tanımımız: Ellerini iki yana açan ve “Burada kimseye değmiyorum!” diyen bir kadının ağzından çıkıyor. Bu yeni bir özgürlük. Çünkü 19. yüzyılda şehir tam da bunun tersi ve birbirimize değdiğimiz yerdi. Farklı grupların birbirleriyle karşılaşabildiği ve o karşılaşmalardan duyulan heyecanları, farklılıkların doğduğu ve onlardan da hoşlandığımız bir yerdi.
Şehirde bu kapanma ayrıca siyasetten alamadığımız hizmeti de temsil ediyor. Belediyeden bile almaktan vazgeçtiğimiz hizmeti site yönetimlerinden almaya razıyız. Bunları merkezi bir yerden bekliyor olsak taleplerimde ısrar etmemiz gerek. Ama giderek o ısrardan vazgeçmek, siyasetten ve ona olan etkimizden de vazgeçmeyi sağlıyor.
E o zaman nasıl esnek bir çağda sayılıyoruz?
Ne olduğunu bilemediğimiz ve neredeyse duruma göre şekil almak zorunda kaldığımız bu devirde “esnek çağ” anlayışı aslında zarif bir tanımlamadır.
***************