Zor günlerden geçiyoruz. Birden çok terör örgütü, hepimizin geçtiği yollarda eylem yapabiliyor. Bir polis, bir büyükelçiyi arkadan vurabiliyor. Kimden çekinip nereden uzak duracağımızı bilemiyoruz, çocuğumuzun güvenliğinden endişe etmekten günü yaşayamıyoruz. Bazılarımız bunun çözümünü başka ülkelere yerleşmekte buluyor, ama onlar da gittikleri ülkelerde pazar yerine giren kamyon haberleri görmeye devam ediyorlar.
Kaçış yok görünüyor, öyleyse ağlayıp sızlanmak yerine, sorunla yüzleşmek çok daha makul bir tavır. Çünkü bugün geri döndürülemez bir gerçeklik olan küreselleşmenin dönüştürdüğü bir dünyadayız, Ulrich Beck’in risk toplumu kavramının açıkladığı dünyadayız: Küreselleşmeyle birlikte risklerin etki alanı da genişlemiş durumda ve riskler belirli bir coğrafyada ortaya çıksa da tüm dünyaya yayılarak evrenselleşebiliyor, maalesef. Kapı komşusu olduğumuz Suriye’deki dönüşümlerin bizim mahallelerimize girmesi de bu yüzden çağın ‘fenomeni’ ve tabii ki bunun da bir tarihi var.
1.Dünya Savaşı’ndan bugüne ilerlediğimizde modernitenin safhalarını rahatlıkla gözlemleyebiliyoruz. Büyük orduları donatabilecek kadar çok üretim için seri üretimin, o orduları nakledebilmek için de ulaşımın, yani trenin olması gerekiyordu; bugünse elektronik haberleşme sayesinde IŞİD’in militanlarına eylem emri verdiğini, özel hazırlanan uygulamalarla darbe planlamaları yapıldığını okuyoruz gazetelerden. Teknoloji ilerledikçe savaşın biçimi değişir, ‘er meydanı’ diye bir şey kalmaz; Köroğlu’nun birkaç yüzyıl önceden seslendiği gibi “Tüfek icat oldu, mertlik bozuldu” noktasındayızdır artık.
Türkiye’nin tarihi de dünyadakine paralel ilerler bu konuda da. Terör önce devlet adamlarına ve hanedan mensuplarına suikastlar düzenlenmesiyle gösterir kendini. 1898’de Avusturya İmparatoriçesi ve Macaristan Kraliçesi Elisabeth, 1900’de İtalya Kralı I. Umberto bir anarşist tarafından öldürülür. 21 Temmuz 1905’teyse Taşnaksütyun II. Abdülhamit’i öldürmek için bombalı bir suikast planlar. Cuma selamlığından sonra Yıldız Camii önünde 120 kilo patlayıcı içeren zaman ayarlı bomba patlar. Hesaplar padişahın camiden çıkıp arabasına binmesine kadar geçen 1 dakika 42 saniye üzerine kurulmuştur, ancak şeyhülislamın sorularıyla padişahı geciktirmesi, tarihe Yıldız Suikastı olarak geçen olayın başarısız olmasını sağlar. II.Abdülhamit hiç zarar görmez, ancak cami çıkışındaki sivil halktan yirmiden çok kişi hayatını kaybeder. Kimi anarşist, kimi sosyalist, kimi de ulusalcı olan bu terör eylemleri dönemin en önemli olaylarıdır. 1.Dünya Savaşı’nın çıkış sebeplerinden biri olarak tarih derslerinde gösterilen ve ezberletilen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahdı Arşidük Franz Ferdinand’ın Mlada Bosna üyesi Gavrilo Princip tarafından öldürülmesi de bu olayların bazen ne büyük olayların fitilini ateşleyebildiğini gösterir.
Biraz daha bizlerin çocukluğuna yaklaştığımızdaysa, ulusalcı terör kadar Avrupa merkezli sol örgütlerin aktivitelerine şahit oluruz. İtalya’da Kızıl Tugaylar 1978’de Başbakan Aldo Moro’yu kaçırır ve öldürür. Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu üç kuşak devam eder. Şiddetin yönü değişmiştir artık, Dresdner Bank’ın müdürü Jürgen Ponto’nun kaçırılmaya çalışılırken öldürülmesi, sıradan vatandaşların da kendilerini hedef olarak hissetmelerine neden olur. Türkiye ise o yıllarını ASALA’yla mücadele ederek geçirir, PKK’nın da kuruluşu yine bu yıllara rastlar. Diplomatlarımıza suikastlar düzenleyerek terör faaliyetlerine başlayan ASALA, Ağustos 1982’de Esenboğa Havaalanında, Temmuz 1983’te de Orly Havaalanında bomba patlatır; bu da onun sonunu getirir.
Genel bir bakış, bize ilginç bir tablo sunuyor. Nereden gelip nerede olduğumuzu çözümleyebilmemiz için de bu tabloyla yüzleşmek gerekiyor. Dünyayı birbirine katan ilk topyekûn savaşta, 1.Dünya Savaşı’nda ölenlerin yalnızca onda biri sivildi, asıl can kayıpları cephelerde yaşandı. Bunu en iyi bilenlerden biri de, bu milletin insanlarıdır, hemen hemen her aileden cephelerden birinde bir kayıp olmuştur. Ancak 2.Dünya Savaşı’nda sivil ölümleriyle cephedeki ölümler neredeyse kafa kafaya gelir. Sivillerin canlarını kaybetmeleri Nazilerin toplama kamplarından Japonya’ya atılan atom bombalarına, Dresden’in bombardımanına kadar biçim ve coğrafya değiştirir. Sıradan insanın hayatı kabusa dönüşür, savaşta galip olmak için düşman devletin ordusu kadar, halkının da pes etmesini sağlamak bir hedef haline gelmiştir artık. Ancak bugün yaşadığımız dünya, sıradan vatandaş için, 2.Dünya Savaşı’ndan bile büyük riskler barındırabiliyor. Savaşlarda hayatını kaybedenlerin -bu sefer- onda biri askerken, geri kalanları hep siviller. Dünyanın tamamı, stadyum çıkışından pazarlara, mahalle aralarına kadar cephe olmuş durumda adeta, bunu Irak’ta ‘canlı yayınla’ gördük çoğu defa.
Bugünkü savaşlar ilan edilmeden başlıyor, neden başlayıp nereden biteceği bilinmiyor, kim hangi tarafta diye tam anlamışken taraflar tekrar değişiyor, bir yerdeki savaş başka bir yerdeki savaşın sebebi veya sonucu olabiliyor. Kötüsü, savaşın sona ermesi için neler gerektiği sorusunu da kimse doğru cevaplayamıyor, kendine uzman deyip kanal kanal gezenler gibi herkes sürekli yanılıyor. Evet, canımız yanıyor, kendimiz ve sevdiklerimiz için endişeleniyoruz ve geleceğe dair planlar yapamıyoruz doğru dürüst. Ancak bütün bu belaların hep bizi bulduğu ve kaçılarak kurtulmanın mümkün olduğu sanrısından ‘kurtulalım’ artık. Çünkü yaşadığımız küresel bir olgu, nereye gidersek gidelim başımıza gelmesi mümkün bir risk. Çünkü nereye gidersek gidelim, Türkiye’den başka Türkiye yok.