1990’ların başında çocuklar ve gençlerdeki nörogelişimsel bozukluklarla çalışmaya başladığımda ilk (klinik) gözağrım diyebileceğim kadar çok uğraştğım problemlerden birisi Tik ve Tourette bozukluklarıydı. Nadir görülen ağır tipteki Tourette Sendromu dışında tikler çocukluk çağında geçici olarak sıkça ortaya çıkan bir problem grubunu oluşturuyor.
Tiklerin yanı sıra sıkça görülen dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, sosyal iletişim bozukluğu, obsesif-kompülsif bozukluk ve öğrenme güçlüğü olması Tik ve Tourette Bozukluklarını duygusal ve bilişsel gelişimin âdetâ bir laboratuvarı haline getirmiştir. Bu yazıyı da 1992’de Yale-New Haven hastanesindeki birkaç çocuk hastamdan esinle yazmıştım.
Konuyla ilgili daha fazla bilgi edinmek için: 2015’de ülkemizdeki tıp ve hukuk öğrencilerinden oluşan bir grup, tikleri ve Tourette Sendromu olan çocuklara, gençlere ve ailelerine bilgi desteği vermek ve farkındalık geliştirmek için TikTouretteSendromuGönüllüleri (@ttsg) adlı bir grup kurdular. Grup üyelerinin yayın ve faaliyetlerini twitter ve facebook sayfalarından ve websitelerinden izleyebilirsiniz.
Bu yazı 90’lardan kalsa da tikler de konserler de öksürükler de aynı!
Orkestra durur, çalmayı bırakır. Kemancılar, viyolacılar, nefesliler, artık kim varsa sahnede, terlerini siler, önlerindeki nota kitapçığının sayfalarını ilerletirler. Bütün bunlar ve bir başka sürü şey sahnede cereyan ederken, dinleyicilerin yönünden tek bir ses gelir: Öhö,öhö! Hep bir ağızdan boğazlar temizlenir, gıcıklar atılır. Her şey beş - on saniyede olup biter. Müzik tekrar başlar. Ta ki, bir sonraki kısa ara gelene kadar.
Ne var bunda, hepimizin yaptığı bir iş değil mi? Öksürmenin binbir nedenine girecek değilim. Sessizliğin ve de zorunlu suskunluğun öksürtücü etkilerinden söz ediyorum. Herkes şöyle bir düşünse, kendi hayatından, hatta şu geçen birkaç günden bir örnek bulabilir. Saygı duruşu, sınav sonuçlarının açıklanmasından önceki saniyeler, tiyatroda ışıklar söndüğünde daha perde açılmamışken geçiş dönemi... Herkesin bir başka örneği vardır, ama sözü uzatmayalım ve bu mahut ‘öksürük’ mesajını bir irdeleyelim.
Tikleri olan çocukları (ve büyükleri) değerlendirirken, doktor muayene odasında tiklerini görmek her zaman mümkün olmaz. ‘Tik’ adını verdiğimiz denetlenemeyen (ya da ertelense bile gerçekleşmesi kaçınılmaz olan) hareket ve seslerin nerede olduğunu sorduğumuzda birçok kişi ağız birliği etmişcesine ‘kilise’, diyor, ‘her Pazar’ (bu yazının ilk şeklini 1994’te New Haven’da yazdığımdaki çocuk Amerikalı olduğu için örnek, kiliseydi, o zamandan bu yana Türkiye’deki çocuklar durumun evrensel olduğunu gösterdiler). Hele o herkesin içinden dua mırıldanmaya başlayıp, papazın mihrapta bir takım hazırlıklar yaptığı geçiş anında... Bunda ne var denebilir, hangi çocuğa “şunu yapma” deseniz, onu ‘yapmak’ için yanıp tutuşacağından en ufak bir kuşkunuz olmasın. Örneğin, benim tanıdığım çocuklardan birisinin kilisede “efendi gibi dur” der dendiğinde, tiklerini (tutmayı bırakıp) salıvereceği kesin. Oysa aynı çocuk, tiklerini gizlemeyi tercih ettiği kişilerin yanındayken, ne öksürüklerle odayı dolduruyor, ne de olmayacak sesler ya da sözlerle anne-babasını büyüklere mahcup edecek şekilde ortalığı birbirine katıyor… Kendisine sorulduğunda, “Evet, boğazımı temizleme ya da elimi kolumu sallama arzumu geciktirebiliyorum” diyor. “Ama, yine de bir noktada bırakabilmek istiyorum. Delice aksırıp-tıksırmak, saçma-sapan konuşan birine s….r çekmek için yanıp tutuşuyorum. Eh, bunu da ya o an yapabilirim, cümle aleme rezil olma pahasına, ya da...” Benim tiyatro-konserdeki öksürük örneğimi pek beğenmemiş... “Bu öyle sizin dediğiniz gibi değil. Ben mutlaka yapmak zorundayım, yapmazsam olmaz. Siz illâ öksürüp, boğazınızı temizlemek zorunda mısınız, o anda?” Dolayısıyla, o bir fırsatını kollayıp ya tuvalet ya da kimsenin bulunmadığı bir odaya girip tiklerini ‘hapşırıyor’: “Zıplıyorum, kafamı çevirip, çenemi açıyorum... Ta ki, içimdeki arzu sönene kadar!” Tıpkı hapşırma süreci bir başladı mı, durdurmak nerdeyse imkansız ve ertelemek ancak bir ölçüde mümkünse, tiklerin ortaya çıkışı öyle.
Yine de, ben konserlerdeki öksürmemizin de bir tür tik olduğunu düşünmeye devam ediyorum. Tümüyle denetlenemeyen, ama ertelenmesi mümkün olan birçok fizyolojik süreç gibi. Üstelik Türkçe’nin ‘gıcık öksürüğü’ diyerek altını çizdiği duygusal bir yan da var. Sıkıntı, karşı çıkma, ‘hiç de öyle değil’, ‘üf...’, ‘yetti’ gibi hoşlanmama sözcüklerinin yerine geçen, kısacası, bir kısım ‘gıcık olma’ deyimiyle pek güzel (biraz kaba kaçsa da) karşılanan bu duygular ile konserdeki öksürük arasında apaçık bir ilişki görüyorum.
Tiklerin önemli bir bölümünün ortaya çıkışının duygusal yoğunluklarla eşzamanlı olduğu biliniyor. Öfke ve gerginlik, bazen sevinç, sıklıkla tiklerin tetiğini çekiyor. ‘Hayır,’ diyor küçük hastam, “Tetik filan çekmiyor. Hani eski saatlerin zemberekleri kurulurmuş ya, onun gibi oluyor.” Ona göre tiyatrodakilerin zembereklerini boşaltmaları (öksürmeleri), keyfi bir şey. Oysa kendisi er ya da geç öksürmek, hoplamak, yüz-göz işaretleri yapmak zorunda. “Belki de benim tiklerimin bir çeşit hastalık gibi olması şu ‘gıcık olma’ işine gelip-dayanıyor. Siz gıcık olduğunuzda öksürüyor, boğazınızı temizliyorsunuz. Bu yetiyor. Ama, ben bütün vücudumla aksırıp-tıksırıyorum, gıcık olduğumda!”
Az kaldı, sosyal amaçlı bir başka öksürüğü unutuyordum: “Ben buradayım” öksürüğü... Kapı tıkladığında çifte öksürük, az ötenizdekiler sizin farkınıza varsın istediğinizde tek bir öksürük. Bunların gıcık olmayla pek bir ilgisi yokmuş gibi, dolayısıyla benim küçük hastanın da ilgi alanına girmiyor. “Hem zaten,” diyor, “bu o sizin konser arası öksürüğü gibi de değil. Siz tik olarak öksürdünüz mü, yanınızdaki de öksürmeye başlamıyor.” Yani... “Bir duygu paylaşılmıyor, karşınızdakine, yanınızdakine yayılmıyor.” Biraz abarttığını ve öksürük ‘teorimizi’ ileri götürdüğünü söylüyorum. Önce hafiften, sonra da şiddetle boğazını temizliyor; “Biliyor musunuz, düşüncelerimi paylaşmayıp bir de böyle dalga geçtiğinizde, size çok gıcık oluyorum.”