Küçük durgun bir göl yatağına yerleşmiş bir çakıl taşı idi. Aşağı yukarı bir çilek boyutlarında. Osmanlı çileği gibi değil. Biraz daha büyük, şöyle tombul noktasından bir merdane ile geçilmiş de yassılaştırılmış bir çilek.
Küçük durgun bir göl yatağına yerleşmiş bir çakıl taşı idi. Aşağı yukarı bir çilek boyutlarında. Osmanlı çileği gibi değil. Biraz daha büyük, şöyle tombul noktasından bir merdane ile geçilmiş de yassılaştırılmış bir çilek. Rengi de pembe değildi elbet. Hatırladığını söyleyemeyeceğimiz geçmiş bir hayattan kalan somon kahve renklerinde, donuk, mat ve karanlık. Güneşin bulutların ardına saklanmadığı aydınlık yaz günlerinde, oluşumuna katkıda bulunan kum tanelerinin etkisi ile ancak biraz parıldardı uzanıp da yattığı yerde. Yaşadığı göl ılıman iklimin hüküm sürdüğü bir coğrafyada bulunduğundan kış aylarında bile çok hareketli olmazdı yaşamı. Ne hareket olabilirdi ki gelip yerleştiği bu sessiz, sakin göl yatağında? Bazan bir sert rüzgâr ile yukarıdaki suların karıştığını, dalgalanıp kıpır kıpır hareket ettiğini izlese bile ona kadar ulaşmazdı bu hareketlilik. Bazan sakin sakin dolanan bir balık gelir yanaşırdı yanına. “Neden bu kadar hareketsizsin? Sıkılmıyor musun hep aynı yerde, tembel tembel yatıp uyumaktan?”
Bilmezdi ki sıkılıp sıkılmadığını. Hiç düşünmemişti. Hem onun görevi değildi ki, bu konuda düşünmek. O gelip yerleştiği bu ufak gölde, sürdürmekte idi yaşamını. Varsın yukarılarda bir yerlerde, birileri kavga edip dursun. Varsın şu garip insanoğlunun şu garip bir yerlere varmak ve bir şeyler elde etme çabası sürüp gitsindi. Ona ne idi ki? O sessiz sakin sürdürüyordu yaşamını. Bu düşüncelerle birlikte bir merak da başladı. Nesi eksikti onun o ülkenin prensinden? Neden bu sakin suların arasında hapsedilmişti ki? Yaşam mesela azgın bir nehrin yatağında daha eğlenceli olmaz mı idi? Nehrin azgın sularının yarattığı müzikle dans edemez miydiler her gece sabahlara kadar?
Bir taraftan merak ediyor, bir taraftan da olduğu yerden çıkası gelmiyordu. Mevsimler gelip geçiyor, bazan bir küçük balıkla ufak sevda oyunları oynuyor, ama sıklıkla yalnızlığının, uyuşukluğunun içinde yaşayıp duruyordu.
Derken bir gece... Yukarılardan bir yerden her gece ona göz kırpan o devasa ayın bile bulutların ardına saklandığı bir gece... Daha önce hiç duymadığı bir gürültü... Daha önce hiç görmediği bir şaşkınlık. “Kaç buradan, kaçmalısın! İyi ama nereye nasıl kaçacağım? Minik balık gibi yüzgeçlerim de yok! Kaçmalısın. Kaçacak bir yer yok!”
Yok mu gerçekten?
Korkunç bir fırtınanın dünyanın altını üstüne getirdiği o gece bir karmaşa, bir karışıklık. Hem daha önce böyle bir deneyim yaşamamış olmanın getirdiği sıkıntı, hem rahat köşesini kaybetme korkusu, hem de yarın ne olacağını, yaşamı nasıl idame edeceğini bilememenin endişesi inanılmaz bir kaosa sürükledi çakıl taşını. Yer yerinden oynamış, göl yatağındaki tüm taşlar kıpırdanmaya, bırak kıpırdanmayı oradan oraya savrulmaya başlamıştı. Her biri uzun derin uykularından uyanmış, kendine göre o korkunç savaş anlarında korunacak bir kale, kendini sağlama alacak bir ortak aramaya başlamıştı. Bu hareketlilikte herkes her an saf değiştirmeye hazır hesaplar yapıyordu. Düzenleri bozulmuş, bir savaş hali tüm yaşamı hükümdarlığı altına almıştı. Alışmış oldukları rahat ve huzurlu düzenden çıkma vakti idi artık. Kalk borusu çalmış “artık uyanma ve görevinizi yerine getirme vakti geldi” diye seslenmişti onlara “Biz sizi görevinizi yerine getirmek, kendinizi geliştirmek üzere yarattık. Yeter artık bunca uzun süre tembel tembel dinlenip oyalandığınız, madem siz kendiliğinizden kalkıp bu gidişe bir son vermediniz, o zaman biz sizi harekete geçirmeyi biliriz.”
Tüm bu kaos içinde düşünmeye başladı küçük çakıl taşı. Bir rüzgâr esmişti. Bu rüzgâr savuracaktı besbelli onu daha önce bilmediği yaşamlara. Bir savaş vardı besbelli. Birileri çirkin oyunlarına katmak istiyordu oyunun ne gerçek sebebini, ne gerçek kuralını bilmeyen çakıl taşı gibi piyonları.
Bir piyon mu olmalıydı o bu oyunda? Yoksa yaşananların bir oyun olduğunun farkına varıp, bu oyunun dışında kalmayı mı seçecekti?
Rüzgârın üzerinden esmesine izin vererek, ama mutlaka kendisine zarar vermeyeceğini sağlayacak önlemleri de alarak, bu oyunda izleyici kalmayı seçti o. Savaşın tarafı değil, barışın ve huzurun tarafı olmayı seçti. İzlemeyi ve kayıt etmeyi. Elbet bitecekti bir gün tüm savaşlar gibi bu savaş da. Elbet durulacaktı çılgın rüzgâr. Elbet şimdi birbirine karışan toz toprak, eninde sonunda durulacak sakince kurulacaktı yan yana kardeş kardeşe. O güne kadar hazırlanmak ve günü geldiğinde yaraları sararak huzurun ve barışın tesis edilmesi için çalışmaktı çakıl taşı olarak görevi.
***
Yüzlerce hatta binlerce yıl sakin sessiz uyuşuk oturduğu göl yatağından çok uzaklardaydı şimdi. Bir ormanın kıyısında, bir dağın tepesinde göz kamaştırıcı bir ışık yaymaktaydı içinden. O küçük solgun, karanlık çakıl taşı dönüşmüş, evrilmiş ve pırıl pırıl, ışıl ışıl aydınlığı yansıtan bir kristal olmuştu artık. Barışın ve huzurun aydınlığını yansıtan bir kristal.
Yeni yılda her birimizin barış ve huzur içinde ışıldayabilmesi dileğiyle...