Asırlardır kimsenin bilmediği bir sırrı vardı, Pandora’nın. Değişik çağlarda dünyaya gelip, her seferinde kendisine ne olduğunu farklı coğrafyalarda anlamaya çalışıyordu. Bu anlam arayışları sırasında yaşadıklarını da günlüğüne kaydediyordu. Ancak bir gün, kendisini ele verecek son günlüğünü dünyada unuttu.
Asırlardır kimsenin bilmediği bir sırrı vardı, Pandora’nın. Değişik çağlarda dünyaya gelip, her seferinde kendisine ne olduğunu farklı coğrafyalarda anlamaya çalışıyordu. Bu anlam arayışları sırasında yaşadıklarını da günlüğüne kaydediyordu. Ancak bir gün, kendisini ele verecek son günlüğünü dünyada unuttu. O günlüğe göre; Pandora’nın son gelişinde, gözleri doğuştan körmüş fakat sonradan açılmış. Ama şimdi konu bu değil... Rönesans dönemi İtalyan Ressam Michelangelo ve aynı dönemin Filozofu Marsilio Ficino ile yaşadıklarını yazdığı sayfalar tarihe karışmadan gün yüzüne çıktı…
İçimdeki elektrik kesildi, aydınlığı yaratmak için…
Küçük bir restoranın önündeydim. Kapıda bir karşılayanım vardı, bir de içeride bekleyenler. Masamı işaret ettiler. Başköşeye geçtim, sonrası yok.
Arkadaşlarım olduğunu sandığım insanlara selam verip yerime geçtiğimi hatırlıyorum, ötesi yok. Gece boyunca ne konuşuldu, kim ne dedi, tek kelime hatırlamıyorum. Hepsi karanlık. Kendime geldiğimde orada olan başka bir arkadaşıma sordum. ‘Neden hatırlamıyorum, ben ne yaptım?’ diye… Gayet güzel davrandığımı, her zamanki yemeğimden yediğimi söyledi. ‘Sarhoş muydum?’ diye sorduğumda ‘Bir şey içmedin ki’ yanıtıyla iyice şaşırmıştım. Daha da anlamsızlaşmıştı her şey…
Karanlık bir yemeğin hafızamda bıraktığı tortu sadece başı bir de sonuydu. Ne yediğimi bile hatırlayamadığım, saatlerimi nasıl geçirdiğimi anlayamayan ben ‘en iyisi gitmek’ diyordum. Bezgin bir halde kapı koluna sarıldım. Ellerimi öyle sıkıca kola dolamışım ki gören, suçu onda aradığımı düşünebilirdi. Sonra Marsilio Ficino yanıma geldi. Onu epeydir tanıyordum. Birden bana ‘Nasıldı uykun?’ diye sordu. Önce yemeğin nasıldı gibi algılamak istedim ama birkaç saniye sürmedi fark edip utanmam.
“Masadakiler kibarlık yapıp uyuyakaldığımı söylemediler, her şey normaldi deyip geçiştirdiler değil mi? Oysa ben, masada uyudum. Sızmış olmalıyım!” Telaşla tahminlerimi sıralıyordum. “Anlamadığım; keşke beni kaldırsaydılar, külçe gibi masada kalmanın anlamı ne?”
Beni anlamasını, en azından haklısın demesini bekliyordum. Ficino, şaşırmış gözlerini daha da büyütüp saçmaladığımı ima ediyordu, bakışlarında. ‘Peki o zaman ne!’ dedim tepkimde haklıydım. “Normal mi yani yemeğe geldiğim masanın üzerinde uyumam! Üstelik tek damla içmeden.” Sözlerime devam edecekken Ficino elimi tutup beni durdurdu.
“Sen uyumadın, yemeğini yiyordun, her zamanki gibiydin. Hatta her zamankinden daha neşeliydin. Işık saçıyordun etrafına bütün masa sana kilitlenmişti. Michelangelo bile!”
Bir an masayı düşündüm, ‘Ne zamandır uyuyorum’ dediğimde yanımdakiler kahkahayı basmıştı. Benimle dalga geçtiklerini sanıp utanmıştım. Meğer onlar kendileriyle dalga geçtiğimi düşünüp gülmüşler.
Marsilio Ficino’nun söyledikleri gerçek ise ben uyumadım! Yani Uyumamışım…
Bir dakika! O zaman neden ‘Uykun nasıldı’ diye sordu?
Michelangelo nerede? Cevap vermesini istiyordum. Gülerek başını hafifçe yana eğdi; “Gel buraya, bir kahve içelim. Sana anlatacaklarım var.”
Yapıştığım kapı kolundan ayrılmanın vaktiydi, ellerim istemeye istemeye kapı kolunu yavaşça bıraktı. Neler olduğunu bir an önce çözmek istiyordum…
Ficino kahvesinden bir yudum alıp bana yaklaştı, gözlerinin içi gülüyordu. İçim bir nebze rahattı, kötü bir şeyler söylemeyeceğini hissettim. Ama bilinmezlik hâlâ içimi kemiriyordu. Korkuyla, bilinmezliğin üvey kardeş çocukları olduğunu bildiğimden rahat değildim...
Ficino, “Önce şunu bilmelisin ki, bu gece Michelangelo’yla yemek yedin masada. Ve hiç uyumadın. Ama uyuyan bir şey vardı, doğru. O da senin hafıza sandığın kontrolün, mantıklı beynin, yani nasıl daha iyi anlatayım! Senin, sen olmanı engelleyen bekçindi uyuyan! Şu anda konuşan, cevapları arayan da o.”
“Peki ya ben?” Çaresizce bir soruydu ve çoktan dökülmüştü dudaklarımdan. “İşte!” dedi Ficino, “Asıl söyleyeceğim de bu. Uyanan başka bir şey var. Sen, bu gece masada hayatında ilk kez, özünde olan sendin. Ve bunu Michelangelo istedi. Çok şanslısın” dediğinde, “Şans bunun neresinde? Hatırlamıyorum!” diye çıkıştım. Beni durdurdu ve devam etti: “Hatırlaman gerekmiyor, aslında doğrusu bu. Eğer hatırlarsan yaptıklarını yargılamaya başlarsın, beynin denetimden geçirir hepsini süzer ve kendisi dışında hareket ettiğini fark edip sana ceza kesmeye kalkar. O yüzden hatırlamıyorsun ve hatırlamaman da gerekiyor.”
“Ne yani bundan böyle iki hayatım mı olacak? Birisi gönlünce ortaya çıkan, diğeri ise bir dedektif gibi peşinde iz süren! Korkunç bir şey bu!”
“Hayır, hayır böyle olmayacak. Sadece ilki böyle sonra belki birkaç defa daha ama her şey yerine oturduğunda böyle olmayacak… Şu an söylediklerimden bir şey anlamadığını biliyorum. Ama özün anlıyor. Bilmen gereken bu! Pandora’nın kutusunu açmayı Michelangelo başardı. Ona teşekkür etmelisin.”
“Masadaki herkes tanıştı mı onunla?” Böylece neler konuştuğumuzu öğrenebilecektim!
“Hayır. Sadece senin için oradaydı, sen görüyordun bir tek. Hatta arkadaşların, senin kendi kendine espri yaptığını sanıyordu. Yanında biri varmış gibi davrandığını düşünüp zekâna hayran kaldılar. Ne ilginç değil mi? Zekân devreden çıkınca zeki diyorlar. Bu dünyayı anlamak ne zor!”
“Ben dünyadan önce bu geceyi anlamak istiyorum” dediğimde, Ficino elimi tuttu. “Hadi bakalım seni eve bırakma zamanı. Biliyorum onlarca sorun var ama evet bundan sonra her şey daha farklı. Pandora’nın kutusunda artık Michelangelo’nun eli var!”