Yedek subay öğrenci olduğum dönemden bir arkadaşı anımsıyorum. Dinlenme aralarında bizi çevresine toplar, yaşadığı kasabada başından geçtiğini söylediği öyküler anlatırdı. Hele o gönül ilişkileri! Duyan onu çağımızın Casanovası sanırdı. Ama o günlerde ailelerinden, sevdiklerinden uzakta, hasret içinde olan bizleri, renkli düşlemlere sürüklediğini söylemek isterim. Bilirdik tüm anlattıklarının hayal ürünü olduğunu; ama sözleri o denli içten ve tümceleri öyle süsleyerek dile getirirdi ki, hepimiz onu dikkatle ve bıkmadan dinlerdik.
Benzer bir konu, Sabahattin Kudret Aksal’ın bir denemesinde geçiyordu. O yazıda Nurullah Ataç’tan bir öyküyü aktarıyor. Öykü şöyle:
Küçük bir kasabada, delikanlının biri, bir kıza tutulmuş. Bu kızla hiç tanışmadığı gibi, bir araya gelmek yürekliliğini de gösteremiyormuş; ama o, sürekli aklındaymış. Her gün görüştüğü yakın arkadaşlarına, kızın, ona karşı olan sevgisinin sözünü edermiş. Günler geçmiş böylece. Bu durumdan bıkan arkadaşları, bakmışlar ki olmayacak, gidip kızla konuşmuşlar, ne denli sevildiğini, günlerden beri aralıksız onun sözünü dinlediklerini anlatmışlar. Hoşuna gitmiş kızın, belirli bir buluşma yeri, saati söylemiş, bekliyorum onu gelsin, demiş. Durum delikanlıya anlatılınca uçmuş sevincinden, sevdiğiyle buluşacak olmanın coşkusuyla. Arkadaşları da bezdikleri bir konuyu artık dinlemekten kurtuldukları için daha çok sevinmişler. Buluşma günü kahveye oturmuşlar, “oh demişler, kurtulduk, şöyle ağzımızın tadıyla bir kâğıt oynayalım bugün.” Nedense tam buluşma saatinde delikanlı çıkagelmiş. “Buluşmaya gitmeyeceğim, vazgeçtim demiş, size anlatmak daha çok hoşuma gidiyor.”
Düşlemler bazen gerçekleri aşıyor! Belki günlerce, aylarca kurduğumuz kimi düşlemleri gerçek yaşamda bulamama kaygısı, belki de yüzleşme korkumuz, onların gerçekleşmesini engellemiş oluyor.
Çevremizde karşılaştığımız insanlar kadar, en iyi birer anlatıcı olarak, yazarlar için bir parantez açmak gerekir:
Yazar, bir öyküyü ya da bir romanı önce düşleminde kurar, tüm ayrıntılarıyla kurgular, sonra da onu kendi biçemiyle anlatır. Yazdıkları okuyucuya gerçek göründüğü oranda başarılı sayılır. Yazarın düşlemleri, okuyucunun gerçeği olabileceği gibi; yazarın gerçek diye anlattıkları, okuyucuya tümüyle birer düşlem ürünü olarak görünebilir. Aslında bunun bir önemi var mıdır, bilmiyorum; asıl olan yaratılmış olan yapıttır, onun üstümüzde bıraktığı etkidir. Yoksa yazarın kimliği, olayların ya da insanların gerçek olup olmadığı, bizi, yalnızca merakımızı giderecek kadar ilgilendirir.
Goethe, Werther’i yazarken, masasının üstünde bulunan sivri bıçağın ucunu, kim bilir kaç kez göğsünde dolaştırmış. Onun, Genç Werther’in Acıları’nı okuyup da canına kıymak isteyenlerin sayısı ise bilinmiyor. Roman yayımlandığında, benzer aşk acılarını çeken o denli çok genç varmış ki, öyküsü etkileyici olabilmiş.
Son noktayı koymadan, kitaplar kadar, günümüzde belki bizi daha çok düşlemlere sürükleyen sinema ve televizyon filmlerini de gözden uzak tutmayalım diyorum.