23 Haziran 2016’da İngiltere’de yapılan referandum ile bu ülke Avrupa Birliği’nden çıkmaya karar verdi. Brexit adı verilen bu karar sonrasında İngiltere’de Polonyalılara yapılan saldırılar yüzde 60 oranında arttı. Aynı zamanda, Yahudilere, Müslümanlara ve yabancı olarak algılanan toplumlara karşı düşmanlıklarda da artış gözlendi.
2016’yı popülizmin yükselişe geçtiği yıl olarak tanımlamak abartılı olmayacaktır. Önce Büyük Britanya nüfusunun Brexit kararı vermesi, ardından da Trump’ın Amerikan Başkanı seçilmesi bu olgunun en önemli iki sonucudur. Diğer taraftan Marine Le Pen Batı Avrupa’da yükselen bir popülist lider olarak, yaklaşan Fransız seçimlerine damgasını vuracak görünmektedir. Doğu Avrupa’da ise zaten popülizm bir süredir güçlenmekteydi. Örneğin Macaristan’da Viktor Orban 2010 yılında iktidara geldiğinde devlet memurları kanununu değiştirip taraftarlarını bürokrasiye sokmuş, son yıllarda ise göçmenlere karşı sert bir tutum alarak ülkesine girmelerini engellemişti. Polonya’da ise iktidarın güçlü adamı Jaroslaw Kaczynski mahkemelerin ve basının bağımsızlığını kısıtlayıp ülkedeki taşra değerlerini iktidara taşımıştı.
Durum Latin Amerika açısından da iç açıcı değil. Geçmişte Chavez ve bugün Duterte Latin Amerika’nın popülist liderleri olarak ilk akla gelen isimler. Ancak tüm bunların arasında bütün dünyayı en fazla etkileyecek olan isim hiç kuşkusuz yeni ABD Başkanı Trump olacak.
Trump’ın siyasi meselelere bakışını anlamak için 20 Ocak 2017’de Başkanlık devir-teslim törenindeki konuşmasına bakmak gerekir. Trump, yeni yönetimin düsturunun “Önce Amerika” (America First) olduğunu ifade ederken, gerçekleştirdikleri törenin sadece bir başkandan bir başkana veya bir partiden diğerine iktidarın devri olmadığını, gücün bizatihi Washington’dan alınıp doğrudan doğruya halka verildiğini vurguladı ve büyük bir değişimden bahsetti.
Amerika’da siyasetçiler zenginleşirken, fabrikaların kapandığını vurgulayan Trump, kendi iktidarında ülkenin unutulmuş insanlarının artık tekrar hatırlanacağını söyleyerek kendi tabanına da mesaj verdi.
Yabancı ülkelerin güvenliklerini sağlarken kendi ülkelerinin güvenliğini ihmal ettiklerini, kendi altyapıları çürürken yabancı ülkelere para yardımı yaptıklarını söyleyen Trump artık altyapının yenileneceğini, yeni yollar, köprüler ve havaalanları inşa edileceğini vurguladı ve artık hedeflerinin Amerikan mallarının satın alınması ve Amerikalılara iş imkanı yaratılması olduğunu, ülkenin kendi çıkarlarının korunmasının doğal olduğu üzerinde durdu. Ayrıca yeni bir ulusal gurur yaratacağı sözünü verdi. “Radikal İslami terörizmi” yeryüzünden sileceğini söyledi. Taraftarları yeni Amerikan Başkanı’nın söylemlerinden son derece mutlu görünüyorlardı.
Trump’ın ifade ettiği gibi Amerika’ya tam bağlılığı esas alan bir vatanseverliği yaygınlaştırmayı öngörmektedir. Zaten bu konuşmaya ilk tepkiyi verenlerden biri olan Almanya Başbakan Yardımcısı Sigmar Gabriel de Trump’ın sözlerindeki aşırı milliyetçi tona dikkat çekti.
Trump’ın hem ekonomik, hem de kimlik temelli korku ve endişeleri hedef alan konuşmasında saflarını sıklaştırma çabası vardı. Öbür taraftan, konuşmasında kendi gibi düşünmeyenleri teskin edecek bir ifadeye de yer vermedi. Dolayısıyla, Demokrat Partililerin ve diğer liberal veya sol çevrelerin korkularının devam edeceği kesin gibi gözüküyor.
Trump olgusunun ortaya çıkmasında liberal politikacıların azınlıkların kimlik siyaseti üzerinde dururken beyazların kimliklerinin ihmal etmeleri ve yeterli ilgiyi göstermemeleri, iş ve aş konularını çözememeleri çok önemli rol oynadı. Bundan dolayı alt ve orta sınıf beyazlar için Trump bir umut kaynağı oldu. Ancak önceki Cumhuriyetçi iktidarların da bu sorunları çözemediklerini hatırda tutmak gerekir. Seçim kampanyası döneminde Hispaniklere, Müslümanlara ve kadınlara karşı ırkçı, cinsiyetçi, aşağılayıcı ve kaba sözler kullanan Trump’ın “öteki Amerika”yı temsil ettiğini vurgulamak gerekir. Cumhuriyetçilerin yönetici kesimiyle uyum içinde olmayan çok farklı bir aday olarak Trump, önce delegelerden sonra da seçmenlerden oy alabildi. Daha da önemlisi, eğer fakir kitlelerin sorunlarına büyük altyapı yatırımları ile istihdam yaratarak çözüm getirebilirse bir sonraki seçimi de kazanma ihtimali çok yükselir.
Ancak bütün dünyada yükselen ırkçılık ve ayrımcılık dalgası karşısında kucaklayıcı yaklaşımlar daha da önemli hale gelmiştir. Farklılıkların düşmanlık unsuru olmaması için, başka kültürleri tanımaya ve anlamaya çalışmak ve onlardan Ziya Gökalp’ın söylediği gibi ‘exotic’ bir zevk almak, kişisel olarak gelişimize de katkı sağlayacaktır.
Sonuç olarak yazımı Oxford Üniversitesi’nden Profesör Timothy Garton Ash’ın artık hür dünyanın liderinin ABD başkanı değil, Almanya Başbakanı Angela Merkel olduğuna dair iddiasını hatırlatıp bitireyim.