Stefan Zweig eşi ile birlikte intihar etmeden bir yıl kadar önce kaleme aldığı ‘Dünün Dünyası’ eserinde bizlere şöyle seslenir : “Artık tüm hayatım boyunca inandığım Avrupa’nın bir kardeş kavgasında kendini yok etmesine dayanamayacağım. İnandığım değerleri kaybettim. Bu dünyada yaşamak istemiyorum.” Kitlesel ölümlerin bu kadar çok olduğu bir yerde sizce de intihar bir özgürlük değil mi? Bugünün dünyasında geçmişten gelen hiçbir şeyden ders almadığımızı gördükçe bazı intiharların ne kadar onurlu olabildiğini daha iyi anlıyorum. Korkarım ki, bir gün bu topraklardaki hayatın nasıldı diye sorsalar, toplum olarak kutuplaşmadan önce mi, yoksa sonra mı diye cevap vereceğiz…
Yakın tarihimizde birçok örneği bulunan ve bugün de bazı kesimlerce sürdürülen linç silsilesini düşündükçe geçmişin acı dolu günlerini hatırlayıp ümidimi yitiriyorum. Bundan tam 75 yıl evvel devletin azınlık vatandaşlarının hak ve hukukunu yok sayarak servet ve sermayesini elinden aldığı ve “Varlık vergisi” adı altında ödeyemeyenlerden ilk kafilenin Aşkale’ye sürgüne gönderildiği bu günlerde, halen birilerinin azınlıkları hedef gösterebilmesi, Hrant Dink’in anması esnasında yapılan ırkçı paylaşımlar yaşadığımız iklimi özetlemiyor mu? Bilmem fark ettiniz mi? Geçtiğimiz hafta Meclis kürsüsünde bir milletvekili içerisinde maddi hatalar barındırsa da bu ülkedeki azınlık toplumlarının yaşadığı sıkıntıları gündeme getirmeyi denedi. Hemen ardından da ülkemize has dinamikler harekete geçti. Gerek kendi toplumu gerekse de diğer azınlık toplumu yöneticileri, onlardan beklenildiği gibi, milletvekilinin açıklamalarını kabul etmediklerini belirttiler. Zaten aksi bir durum bugüne kadar gerçekleşebilseydi, belki de birçok sorunu konuşarak halledebilirdik. Siz eğer bir azınlık toplumunun yöneticisi iseniz, toplumunuzun huzur ve güvenliği her şeyden önce gelir. Her ne kadar son yıllarda toplumda daha çok görünür olup, sorunlarımızı daha çok yetkililere anlatabiliyorsak da temel bakış açısı her şeye rağmen “hoşgörmenin” ötesine geçemiyor. Garo Paylan açıklamasının hemen ardından önce mecliste ardından da medyada üst üste linç edildi. Dönemine göre bahanesi ve hedef aldığı kesimler değişse de, bu linç iklimine maruz kalmak, hepimizi daha çok içimize sindiriyor, konuşmamızın, doğru bildiklerimizi özgürce ifade edebilmemizin önünde duvarlar örüyor. Şu sıralar bu kültürü yakından gözlemlemek isteyenlerin, anayasa değişikliği referandumu ile ilgili yapılan sosyal medya paylaşımlarına bakması yeterli olacaktır. “Türkiye’nin Linç Rejimi” isimli eserinde Tanıl Bora son yıllarda yaşanan linç girişimlerini şu sözlerle özetler. “Linç, en aşikâr medeniyet kaybıdır. Linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yaratmadığı, infial uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitirir.” Nitekim açıklamalarının tümüne katılmasanız bile milletvekiline had bildirmeye kadar giden tutum, bu ülkede ifade özgürlüğünün azınlıklar için tehlikeli bir zemin olduğunu bize hatırlatmaktadır.
Bugün birileri belki de bir zamanlar Yahudi toplumunu hedef göstermeseydi, ne Trakya Olayları ne Varlık Vergisi’ni, ne de Yirmi Kura Askerlik’i konuşuyor olurduk. Peki ya, 6-7 Eylül? Tam olarak bu linç kültürünün bir sonucu değil mi? Hrant Dink kimilerince açıkça hedef gösterilip linç edilmeseydi belki bugün aramızda olmaz mıydı? Daha kaç acı yaşamamız gerekiyor birbirimizi sevmeyi öğrenebilmek için? İşte bu linç kültürüne karşı bir dur diyebilmek adına her yıl Ermeni toplumu ile el ele Hrant Dink’in anmasında daha da kalabalık olmalı, dayanışmamızı göstermeliyiz. Toplumdaki her türlü linç vakasına aynı kararlılıkla ses vermeli, kimsenin düşüncelerinden dolayı hayatının tehlikeye girmesine sessiz kalmamalıyız. İnandığımız değerlere karşı verdiğimiz mücadelede kaybettiklerimize olan borcumuz en azından bundan sonra bu linç kültürüne son vermek, yaşanan her haksızlıkta ucu bize dokunmasını beklemeden tepki vermek olmalıdır.
**********