Resimlere bakıp, sinema köşesini bu sütunlara taşıdığım veya sevgili Viktor Apalaçi’nin sahasına tecavüz ettiğim kanaatine kapılmayın.
Ancak ‘La La Land’ filmini seyrettikten (resmî afişini başlıkta sağda görmektesiniz) ve hele Viktor Apalaçi’nin geçen haftaki Şalom’da çıkan yazısını okuduktan sonra, sanki 52 yıl geriye dönmüş gibi oldum. Bu his ve düşüncelerimi sizinle paylaşmak istedim.
‘West Side Story’, aslında sahne müzikali olarak 1957’de Broadway’de başlamıştı, ama o zamanlar New York çok uzaktı, az kişinin çocuğu ABD’de okuyup yaşıyordu, yol uzun ve pahalı, kaç İstanbullu bunu görebilirdi? Hele ki o zamanlar yurt dışına gitmek için döviz bulma meselesini bilen bilirdi...
Buna rağmen, yabancı mecmualardan ve bazılarının getirdiği plaklardan bu sanat olayından haberdardık.
West Side Story müzikalinin filmi 1961’de çekildi. Artık İstanbul’a gelişi dört gözle bekleniyordu. Şimdilerde, bazen Amerika ile aynı gün film İstanbul da vizyona girerken, o zamanlar senelerce beklemek beklerdik… Yaşıtlarım bilir.
Ve nihayet 1964 senesinde Emek Sinemasına West Side Story gelir. Gençlerin heyecanını anlatamam. Muhakkak film görülmeliydi… Ve gecikmeden! Herkes bir kere değil birkaç kere seyretmek için adeta yarışıyordu. (Kulunuz beş kere seyretmişti.)
Daha ilk sahnelerden itibaren film sizi içine çekmekte, sizi adeta, New-York’un ve Manhattan’da geçen olayların şahidi haline getirmekteydi. Büyüleyici bir müzik ve o derecede etkileyici danslara iştirak eder gibiydiniz.
Bildiğiniz gibi West Side Story’nin sağlam ve etkin dayanakları vardı: Senaryosu, Shakespeare’in ünlü Romeo-Juliet eserinden uyarlanmış, müzik, büyük deha Leonard Bernstein tarafından bestelenmiş, koreografisini sayısız ödül sahibi Jerome Robbins ve Robert Wise üstlenmişlerdi.
Seyircileri etkileyen çok önemli bir unsur da ilk defa çok büyük bir ekranda (super panavision 70) ve inanılması güç açılardan gerek manzara, gerek dans, gerekse diyalogların önümüze getirilmesi idi. (Hele hemen başlangıçtaki New-York’un havadan çekilmiş görüntülerini unutmak mümkün değildi). Diğer bir deyimle o zamana kadar hiç görmediğimiz bir teknoloji hayranlığımızı daha da arttırmaktaydı.
O yıllarda, ‘Oscar’ ödülleri ile pek aşina değildim. Ara sıra bu kelime konuşmalarda geçiyordu. Ancak bu filmin 10 Oscar ödülü kazandığını ve onun önemini, daha sonra öğrendim.
Üstün değerinin bir kanıtı 1997 yılında Library of Congress’in bu filmi, kültürel anlam ve zenginliği dolayısıyla Milli Film arşivine ilave etmeye karar vermesidir.
‘La la Land’ filmi bana aynı kurguyu anımsattı. New-York’un yerini bu sefer Los Angeles almıştı. Senaryo çok değişikti ama romantik öğeler aynı şekilde ağır basıyordu.
Hayaller ve gerçeklerin çatışması daha yumuşak bir şekilde geçiştiriliyordu. O kadar ki bazen hangi sahnelerin hayal hangi sahnelerin gerçek olduğunu karıştırıyordum. Ama her geçişte bir şiirsellik hâkimdi.
Müzik cazın etrafında dönüyor; ancak aniden vals ve slow örnekleri ile nostaljik bir öğe karşımıza çıkıyor.
Filmin sonu da yine hüzünlüdür ama West Side Story gibi sonu trajik değildir. Film, günümüzün şartlarında, duygularına gerçekler karşısında tavizler vermek zorunda kalan kişilerin sorunlarını dile getiriyor.
Bir seyirci gözü ile kanaatime göre ‘La La Land’ West Side Story’nin izinde, başarılı ve ünlü olacak. Duyduğuma göre, şimdiden ‘Altın Küre’ ödüllerinin çoğunu almış bile. Özellikle başrolleri üstlenen kadın ve erkek oyuncuların sıra dışı ve güçlü performansları, adeta filme ‘karakter filmi’ niteliği dahi kazandırabilmekte.
Eh artık, bu kadar övgüden sonra (eğer seyretmediyseniz) gidin görün. İnşallah sükût-u hayale uğramazsınız.
Şunu da ilave edeyim; sizin de ‘West Side Story’ ile ‘La La Land’ı kıyaslama fırsatınız var. Mart başında West Side Story bu sefer bir sahne müzikali olarak İstanbul’a geliyor.
Karar sizin.