Bazen çok geriye gidersiniz, ancak bugünü okur gibi olursunuz. Tarihin tekerrür ettiği fikri bundan ileri gelir. Bu fikir Türkiye’de oldukça güçlü olmasına rağmen, yine de tarihe dönüp bakılmaz, Osmanlıcısı Osmanlı’yı bilmez, kendi tahayyül ettiği Osmanlı’yı sunar. Milliyetçisi Malazgirt’e referans verir ama Selçuklular hakkında ortaokul müfredatından ileri bilgi edinmez, onu da zaten yarım yamalak hatırlar. Zaten 1071’den fazlasını bilmeye ne hacet?
Geçmişten referans alarak yine büyük devlet olma hedefi, haklı bir idealdir; ancak referans aldığınız geçmişi tanımıyorsanız, o idealinizi gerçekleştiremezsiniz. Büyük devlet olmayı hedefleyip de kendi haricinde kimseyi beğenmemek, hedefinize kendi ellerinizle koyduğunuz engeldir. Referans verilen büyük imparatorlukların hiçbiri bu şekilde oluşturulmadı. Büyük göçebe imparatorluklarından Osmanlı’ya başarının formülü, Türklerin de benimsediği birtakım prensiplerdi.
Selçukluların 11. ve 12. yüzyıllarda Ortadoğu’da kurdukları egemenlik, meydana gelen büyük göçler nüfus, din ve yönetim bağlamında önemli bir dönüm noktasıdır. 11. yüzyılın başında göçebe olan Selçuklular, nasıl olup da geniş bir coğrafyaya yayılan bir devlet kurabildi? Bu ve bunun gibi soruları sorabilmek ve cevapları için düşünmektir ancak, o ideallere insanları ulaştırabilecek olan.
Boylardan oluşan dağınık yapının nasıl evirildiği ve merkezle boyların/aşiretlerin arasındaki ilişkinin nasıl olduğu, siyasi gücün paylaşımının nasıl gerçekleştiğini anlamak için önemlidir. Görülen, Selçukluların aşiretlerin desteğini alabilmek için uzun süre çaba gösterdiği, ancak aşiretlerin de menfaatler çeliştiğinde kendi kararları doğrultusunda ilerlemeleridir. Yani ne Selçuk Bey ne de ardılları, bir tarihe kadar liderlikleri sorgulanmayan aktörler değillerdi. Hanedanlığın ilk yılları devletin kuruluşu ve genişlemesine tekabül eder, ancak genel kanının aksine, hanedanın/hükümdarın mutlak kuvvetli olduğu zaman değildir bu. Buradan çıkan doğal sonuçlardan biri de, Sultan’ın koyduğu hedef kadar göçebe aşiretlerin hedeflerinin de seferler üzerinde etkisi olduğudur. Yani söz konusu olan tek bir menfaatin peşinde hedefe kitlenmiş insanlar değildir, aksine menfaatlerin bileşkesidir.
Bir başka yanlış kanı da, din politikaları hakkındadır. Geniş imparatorluklar, yayıldıkları coğrafyalar kadar farklı dinleri içinde barındırırlardı. Her ne kadar Osmanlı Sultanlarının halife olduğuyla, Selçuklu Sultanlarının halifenin koruyucusu olmasıyla övünsek de (ki Selçuklu Sultanlarıyla halifenin ilişkisinin çoğunlukla mesafeli, hatta düşmanca olabildiğini öne süren alternatif bir bakış da vardır), objektif gözle baktığımızda, büyük atalarımızın din politikalarının zamana, mekâna ve siyasal koşullara bağlı olduğunu görürüz. Bu farklılıklar gösteren politikalar, fanatiklik seviyesine hiçbir zaman gelinmediğini işaret eder. İslam dünyasının merkezinde hüküm sürmeyi başarmış bir devletten bahsediyoruz, Selçuklu Veziri Nizam-ül-Mülk’ün, Hanbelilerden şikâyet eden Eşari liderlerinden Ebu-İshak eş-Şirazi’ye verdiği yanıt ilginçtir: “Sultanın politikası ve adalet, bizim bir mezhebe öbüründen daha yakın olmamamızı gerektirir.(…) Bizim Bağdat’ın ve çevresinin üstesinden gelecek ve halkının adetlerini zorla değiştirecek gücümüz yok.(…)” Çünkü bu kadar geniş coğrafyalara yayıldıktan sonra insanları korkutarak değil, kalplerini kazanarak yönetebilirsiniz ancak.
Kaldı ki İslam’a yeni geçilmiştir ve İslam öncesi inançlar da toplumda, bugünkünden çok daha fazla olarak, yaşamaya devam etmektedir. Öte yandan akınlara katılmak için de şartlar esnektir, Türk olmayanlar da yer alabilir. Bunlardan belki de en ilginci Bizanslıların yanında generalliğe kadar yükselen Norman paralı asker Hervé Frankopoulos’un saf değiştirip Doğu Anadolu’da Türkmen gruplara katılması olsa gerektir. Ne yazık ki bugün tüm bunların aksine, “Balkan ve Kafkas kökenliler bu devletin sahibiydi, yeni sahibi mütedeyyin Anadolu insanı olacak” gibi söylemlerle karşılaşabiliyoruz televizyonlarda. Böyle bir ayrım yapılmaya kalkılırsa, parlak bir gelecek değil, herkesin kaybettiği bir senaryo yolda demektir.
Tüm bunlara bakıldığında, ilk anda göze çarpan askeri gücün yanına, siyasi akıl ile dinsel ve fikirsel farklılıklara açık bir yönetim anlayışının eklendiğini görüyoruz. Yalnızca askeri güç ve birliktelik üzerine yoğunlaşmak, başarı hikâyesinin tamamını okumaya engel oluyor; gelecek için körleştiriyor. Daha da geriye gidip Selçuklunun da kuruluşuna bakmak isteyenler için A.C.S. Peacock’un geçtiğimiz ay Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ‘Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu – Yeni Bir Yorum’ başlıklı kitabı tavsiye olunur.