Referanduma giden yolda süslü bir laf çıkıverdi: 200 yıllık dava. Tam sayılar daha çok ilgi çeker diye olacak, jeneriklik cümle niyetine icat olduğu görülüyor, çünkü tam 200 yıl geriye gidildiğinde verilmek istenen anlama uygun, manalı bir tarihe denk gelmiyor.
Yine de denk gelen dönemi kurcalarsak, anlatılmaya çalışanı çıkarabiliriz. Devir II. Mahmut devridir ve II. Mahmut reformlarının muhaliflerince ‘Gâvur Padişah’ olarak tanımlanan bir padişahtır. Söz konusu II. Mahmut olunca halifeliğinin unutulup gâvur diye adlandırılması, Deli Petro’nun deliliğiyle aynı nedene bağlanır aslında: Devletin yeniden düzenlenmesine, reformlara karşı gelen muhafazakâr kesim. Alternatif tarihçilik yapacağım diye bakış açınıza göre padişahları puanlayarak içinden beğendiklerinizi kahraman yapıp (Bkz. II. Abdülhamit), bazılarını “Bizden değil” diye görmek, böyle saçma sonuçlar doğuruyor işte.
II. Mahmut’u kılık kıyafet konusunda aldığı kararlar, pantolon ve fesin benimsenmesini, kendi resimlerinin devlet dairelerinde asılmasını sağlaması gibi uygulamaları ile alkol alışkanlığı muhafazakâr kesimin tepkisini çeken meselelerdendi. II. Mahmut’un uygulamaları ve kişiliği de tek mesele değildir aslında, dünya artık o zamana kadar bilinen dünya değildir; Avrupai tarzda kıyafet satan mağazalar artmış, kadınlar mesire yerlerinde dolaşmaya başlamıştır. Zamanın ruhu değişiyordur, yoksa II. Mahmut da dindardır ve dini hayatla ilgili önceki dönemlerden farklı uygulamalar pek yoktur. Öte yandan padişah da dünyanın nereye gittiğini görüyor ve ona göre adımlar atıyordur ve yönettiği toprakların suyuna göre tavizler vermekten de çekinmiyordur: Kıyafet düzenlemelerinden ilmiye sınıfı muaf tutulur, mülkiye ve ilmiye sınıfı sakal bırakmaya devam eder, askerler edemez. Peki, nedir buna rağmen II. Mahmut’u gavurlaştıran?
Nasıl her yeni teknoloji bazılarını işinden ederken, bazılarını milyarder yapabiliyorsa, devlet kademesinde yapılan her yenilik bir kazananlar-kaybedenler ayrımı yaratır, ister istemez. II. Mahmut örneğinde de mesele fes vb. değildir aslında, fes üzerinden anlatılmak istenen başka bir şeyler vardır: 1826’da Yeniçeri Ocağı topa tutularak kaldırılır, Vaka-i Hayriye tam anlamıyla bir şoktur. Yeniçeri Ocağı’nın kapatılması, padişahlara karşı oynanan bir kartın da kaptırılmasıdır bir bakıma. Kurulan yeni ordu için vakıf gelirlerinin yeniden düzenlenmesi ve yeni kurulan Evkaf Nezareti eliyle büyük gelir kalemlerinin hazineye aktarılması mali olarak da birilerinin zararınadır: ‘Bir Bakışta Vakıflar Meselemiz’ başlıklı yazımda anlatmıştım.
Tekrar bugüne dönelim. Bu 200 yıl muhabbetinin başkanlık sistemiyle eşlenmesinin bir gerekçesi de, 1808’de Sened-i İttifak’la ülkeyi ele geçirmeye başlanan ‘bürokratizm’in belini kırmak imiş. Muhafazakar söylemin kendini Marksist referanslarla üretmesi ilginç bir anekdot tabii ki, ancak bürokrasi modernitenin icadı değildir: Devlet oldukça bürokrasi vardır, buradaki mesele bürokrasinin rasyonelleşmesi meselesidir. Max Weber’in patrimonyal bürokrasiyle modern bürokrasi arasında yaptığı ayrımı hatırlamak yerinde olacak. İkinci olarak, bürokrasinin varlığı egemenliğin millete ait olmasıyla çelişmez. Çünkü bürokrat yetkisini direkt milletten almaz, milletin adına karar alan seçilmiş kişilerin çalışma arkadaşıdır, yetki ve sorumluluklarını da milletin temsilcilerinin oluşturduğu yasalar belirler.
200 yıl muhabbetinde bir başka eleştiri, 1839’dan beri (200 yıl olmuyor!) yapılan hiçbir sistem değişikliğinin, kendi fikir ve aidiyetimizden gelmediği iddiası. Tanzimat Fermanı ki II. Mahmut’un ölümünden çok kısa bir süre sonra ilan olunmuştur, yabancı değil, gayet de yerli bir metindir. Türk tarihinde batılılaşmanın en yukarıdan en somut adımı olması, Batı’yı yabancı kabul edince, yabancı sayılması için yeterli oluvermiştir. Oysa mesele yalnızca batılılaşma değil, dünyada yaşanan dönüşüme ayak uydurmaktır ve bizzat Batı’nın kendisi de yaşadığı dönüşümler sonucu o noktaya gelmiştir. İçeriğine bakıldığında göze çarpan, devletin yaşamaya devam edebilmek için kendini yenilemeyi istemesinden başka bir şey değildir. Gerek II. Mahmut’un “Ben tebaamdan Müslümanları camide, Hristiyanları kilisede, Yahudileri havrada görmek isterim. Aralarında başka bir fark yoktur” sözleri, gerek Tanzimat Fermanının içeriği, dışarıdan bir zorlamadan çok, içeriden bir çabadır. Unutmayalım, Fransız İhtilalinin etkileri kuvvetlenerek Avrupa’yı sarmış, Rumeli’de uluslaşma ve ayrılıkçı fikirler artık yeni devletlerin oluşumuna yol açacak isyanlara evrilmiş bulunmaktadır ve sallanan tek imparatorluk Osmanlı değildir. Çok etnisiteli bir yapıyı ayakta tutmak için dünkü formüllerin çalışmadığı görülmüş, yerine yenileri getirilmiştir sadece. Doğrudur, dışarıdan baskı ve içeriden zorlama vardır; ancak dışarıdan baskı kimsenin kimsenin kafasına vurması meselesi değil, dünyanın değişmesi meselesidir ve içeriden zorlama da eldekileri korumak için gösterilen efordan başkası değildir. Sözün özü şartları zamanın ruhu belirlemiştir amma, kodları yazanlar yine Osmanlılar olmuştur. Sonuç itibariyle II. Mahmut’un reformları ve ardından gelen Tanzimat, II. Abdülhamit’in politikalarıyla bir noktada benzeşir, çünkü aynı soruya cevap arar: “Bu devleti nasıl kurtaracağız?”
Dünyanın değişmesini ve ona ayak uydurma meselesini de küçümsemeyin. II. Mahmut’un fesine karşı çıkanlar da muhafazakârdı, Cumhuriyet’in Şapka Devrimi’ne muhalefet ederken fesine sıkı sıkıya sarılanlar da. Muhafazakârlar da değişir, çünkü dünya değişir ve değiştirir.