Mutlu yıllar sevgili dostlar! Biliyorum, 1 Ocak’la başlayan ‘yeni yılı’ kutlamak için geç kaldım… Roş Aşana için de çok erken… Ama bugünle başlayan yılın ‘başlangıcı’ tam bugüne düşüyor.
Tabii yalnız o değil… Bu yazıyı yazmakta olduğum bugün, aynı zamanda, bu gezegen üzerindeki 7,5 milyar hemşerimizin önemli bir bölümünün kutladığı Çin Yılbaşısı.
Dünya nüfusunun 3 milyar kadarını Çin ve Hint halkları oluşturuyor.
Bir Yahudi olarak, ister istemez, aklıma şöyle bir soru düşüyor: Tarihe birlikte başladığımız bu halkların herbiri birer buçuk milyara ulaşırken, ne oldu da biz sadece ondört milyon kişi kaldık?
Akla bir sürü yanıt da geliyor tabii… Ve o yanıtlara da başka sorular… “Peki o neden öyle oldu?…” gibisinden…
Aklımızın yetmeyeceği, yanıt verme görevini önyargılarımızın devralacağı boş bir çabaya girişmeyelim, gelin ben size Mahabharata’dan bir Hint efsanesi anlatayım. Hikâyenin adı: Kurukşetra Savaşı.
Tanrı Krishna, savaşçı Prens Arjuna’nın arabacısı kılığına bürünmüş, savaş arabasını büyük bir savaşın cereyan ettiği alana sürmektedir.
60 bin kişi ile baş edecek güçte olan kahraman Prens, silahlarını kuşanmış, özgürlük savaşına girmeye hazırdır. Fakat savaş alanına vardıklarında gördükleri, derin bir üzüntüye kapılmasına neden olur. Savaş, kendi yakınları, hayatta en çok sevdiği insanlar arasında cereyan etmektedir…
Kendi öz kardeşleri olan BEŞ KARDEŞLER, çok sevdiği YÜZ KUZENİ, bütün bilgilerini borçlu olduğu HOCALARI ve kendi öz ATALARI, ordularını toplamış birbirleriyle kıyasıya savaşmaktadırlar.
Bunlardan hiçbirine bir zarar gelmesini istemeyen Arjuna, derin bir üzüntüye kapılır; ne yapacağını şaşırır ve Krishna’ya kendisine doğru yolu göstermesi için yakarır. Krishna, Arjuna’ya özgürlüğüne kavuşmak için, bunların hepsini öldürmesi gerektiğini söyler… Ve sonra da ona Hinduizm’i anlatmaya koyulur… Krishna anlattıkça, savaş yavaş yavaş solmaya, yok olmaya yüz tutar…
Dünyanın en eski ve en önemli felsefi metinlerinden biri sayılan bu anlatıya gelin şimdi bazı simgesel anlamlar yükleyelim. Örneğin:
BEŞ KARDEŞLER’in, beş duyumuzu simgelediğini varsayalım… Yani görme, duyma vs. gibi bedenimizin algılama olanaklarını…
YÜZ KUZEN de zihnimizde oluşmuş düşünce alışkanlıklarını simgeliyor olsun…
HOCALAR, otoriteden geldikleri için doğruluklarını sorgulamadan kabul ettiğimiz bilgileri…
ATALAR ise, öyle yapılageldiği için sürdürdüğümüz inanç ve gelenekleri simgeliyor olsun.
Bu simgesel anlamları yüklediğimizde, ilk bakışta dinsel ve mistik görüntü veren metnin, efsane olmaktan çıkıp, felsefi ve rasyonel bir öğretiye dönüştüğüne tanık oluruz…
Söz konusu savaşın bir ‘iç özgürlük’ çabasından başka bir şey olmadığı görülür. Zihniyle bedeni, aklıyla duyguları, bilgileriyle inançları Arjuna’nın içinde çatışma içindedir… Özgürlüğe ulaşmak için, Arjuna’nın bunların ‘hepsini öldürmekten’, yani hayatı bütün peşin fikir, ön yargı ve koşullanmalardan arınmış bir biçimde ele almaktan başka çaresi yoktur.
Hint düşüncesinin dünyaya sayısız katkılarından biri Hinduizm ise, bir diğeri de Budizmdir. Hinduizm’in ‘daha mistik’, Budizm’in ‘daha bilimsel’ olması, bunlar arasında bir çatışma çıkmasına neden olmaz… Çünkü Hintli bilgeler bu ikisini birbirlerinin tamamlayıcısı, halk kitleleri de Buddha’yı, Tanrı Vişnu’nun bir ‘enkarnasyonu’ sayarlar.
Budacılığın Çin’e geçmeye hazırlandığı zamanlarda, Çin düşüncesinde iki akım hüküm sürüyordu: Günlük yaşamın akılcı bir biçimde düzenlenmesine dair olan Konfüçyüsçülük ve bu günlük işler yapılırken yitirilen doğallığın tekrar elde edilmesine dair olan Taoculuk.
Spiritüel bir ‘yol arayışında’ olan insanlara şu öğütleniyordu: “Hafta arası Konfüçyüsçü ol, hafta sonu Taocu.”
Budacılık Çin’e ulaştığında, Çinliler Buddha’da psikolojik gelişmeleri için yararlı olabilecek bir teknik bulmuş oldular: Meditasyon anlamına gelen, sonradan Japon telaffuzuyla Zen olarak ün kazanacak olan pratik, yararlı bir teknik…
***
Sevgili dostlar,
Benim dileklerimle gerçekleşeceğini bilsem, yılların en iyisini size sağlamak isterdim. Belki siz de benden bunu esirgemezdiniz. Ama öyle bir gücümüz yok… Yaşantımızı ‘daha iyi’ kılabilecek, ‘iç özgürlüğümüzü’ kazanmamız için savaşabilecek tek bir melek var yeryüzünde: Kendimiz.
Bugünle başlayan yılın başı ‘bugün’… Sürekli Konfüçyüsçü kalmaya çabaladığımız yorucu bir yıl geçirdik. Gelin bugün Taocu bir yılbaşı yapıp günlük yaşantımızda yitirdiğimiz doğallığımızı tazeleyelim.