Pazar akşamüstü Balat sahilden arabamla ağır ağır Unkapanı’na doğru ilerlemekteyim. İçimde tarifi zor bir sızı var. Bunca zamandır başım sıkıştığında arayabileceğim, sırlarımı paylaştığım çocukluk arkadaşlarımdan birinin daha eşi ile hayatına yurtdışında devam edeceğini öğrenip, hüzünleniyorum. Yolun sağ tarafında yıkık halde duran Eliyahu ve Selaniko Sinagoglarının kalıntıları dikkatimi çekiyor. Kim bilir anlatılacak ne çok hikâyesi, yaşanmışlıkları var bu dört duvarı kalmış ibadethanelerimizin. Selaniko Sinagogunun kendine özel bir mucizesi de vardır. Bir Purim Bayramı kutlaması sonrası cemaat binayı boşalttıktan hemen sonra büyük bir gürültüyle çatısı çökmüş, Balatlı Yahudiler o günden sonra her Purim’de bu ikinci kurtuluşu da anmışlardır. Peki ya şimdi? Kıyıda köşede kalmış İbranice kitabeleri ile çatısı çökük halde tekrar kurtulacakları günü beklemektedirler. Yıkık halde kaderini bekleyen ibadethanelerimiz kadar söze dökülememiş gerçeklerimiz de acı veriyor. Bir düşünsenize, bizler gibi her kelimesinde ince eleyip sık dokuyan, sözlerimle acaba kimleri kızdırırsam sonra da başıma ne tür bir iş gelebilir diye güç ve edebiyat arasına sıkışmış ne kadar çok kalem var ülkemizde?
Oysa bunca sözü hep arzu ettiğimiz ortak dünyayı anlatmak için yazıyoruz. Herkesin önce insan olmak yerine başka bir şey olmayı seçtiği bu günlerde yaşadıklarımız, duyduklarımız eleştirdiğimiz günleri mumla aratıyor. Yaklaşık bir hafta evvel sık sık uğradığım bir kitapçının saldırıya uğrayıp, camlarının kırıldığını öğreniyorum. Birileri uyarıda bulunup “akıllı olmamızı” telkin ediyor. Aradan tam bir hafta sonra bu kez Müjdat Gezen Sanat Merkezinin kundaklandığının haberini alıyoruz. Şans eseri anında müdahale ile bir facianın eşiğinden dönülüyor. Görüşlerimizi dile getirmenin bedeli ne zaman bu kadar ağır oldu? Yazdıklarımız hakkında iki satır düşünüp söylemek yerine şiddete başvuran insanların olduğu bir dünyada nasıl kardeşçe yaşayabileceğiz? Huzursuzluğumuz bununla da bitmiyor.
Hafta içi Gırgır dergisinin dinimize ve mukaddesatımıza hakaret içeren talihsiz karikatürü kadar sonrasında başlayan linç girişimini de endişe ile izliyoruz. Gırgır Dergisi’nin gerek karikatürü gerekse de sonradan yayınladığı özür mektubu Yahudi toplumunun hangi ideoloji hâkim olursa olsun farklı türde antisemitizmlerle karşı karşıya kaldığını bize gösteriyor. Nitekim 11 Şubat’ta köşe yazarı Aykut Işıklar’ın Ukrayna’ya vize muafiyeti ile ilgili bir paylaşımda Holokost’a atıfta bulunan mide bulandırıcı paylaşımı da hafızalarda yerini alıyor. Spor müsabakasını içindeki nefreti kusmak için fırsat bilenleri de bir gün gerekli cezalar uygulamaya konur umuduyla yetkililere havale ediyoruz. Keşke nefret suçlarının her türlüsüne kimden gelirse gelsin aynı hızlılık ve kararlılıkta tepki gösterilebilseydi. Hepimize örnek olması gereken insanların konu Yahudi olduğunda sarf ettikleri sözler, yaşadığımız toplumun gerçeklerini bize gösterdiği için de bir o kadar daha acı veriyor. Tarih boyu güç denen olgunun akla gelebilecek her türlü kötülüğüne maruz kalan bizler, eleştirinin en tahammülsüz olduğu bu günlerde söze dökülmüş duygular kadar, karanlıkta kalan, söze dökülmemiş olanların da dinlenmesi, oyuna davet edilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Referandum konusunda farklı görüşler olsa da 17 Nisan sabahı nasıl bir Türkiye’ye uyanmak istemediğimizi hepimiz biliyoruz. Ne dışarıya beyin göçü vermek, ne korku ikliminde yaşamak ne de üniversitelerde akademisyenlerin muhalif fikirleri yüzünden ihraç edildiğini görmek istiyoruz. Zalim geçen kışın ardından, ümidimizi diri tutmayı, özgürlük, eşitlik sözcüklerinin anlamlarını canlandırmayı arzu ediyoruz. Birbirimizin duygularına dokunabilmeyi, ön yargılardan arınabilmeyi, birlik olup, ölülerimizle vedalaşırken yaşamı her daim koruyabilmeyi temenni ediyoruz. Dayanabilmek için yazamıyorsa insan yaşamanın ne anlamı var ki?
********************