Geçtiğimiz hafta bizleri üzen ve meşgul eden, enerjimizi tüketen iki büyük olay yaşadık. Birini geçen haftaki gazetemizin kapağından hatırlayacaksınız. Bir magazin gazetecisi Twitter’da espri yaptığını zannederek Holokost’un hatırasına saygısızlık etti. Tepkiler çok süratle geldi. Söz konusu magazinci, kendisine “Bu ne çirkin espri!” şeklindeki bir tepkiye “Ne yazacağını sana mı soracaktım? işine bak kardaş. sen ekmeğe Mama derken ben hayatın ya içindeydim.” (imla hataları magazin gazetecisine aittir-HÇ) cevabını vererek önce ayıbını inkâr etti, ardından yarım yamalak özrümsü bir şey söyledi ve hemen Twitter hesabını kapattı. Burada sevinecek bir şey var. Yahudi toplumundan bireylerin yanı sıra geniş toplumdan da çok güçlü bir sesle tepki geldi. Magazincinin son yorumlarından yaptığının ‘ayıp’ olduğunu hâlâ anlamadığını söyleyebiliriz. (Holokost’un hatırasına saygısızlık maalesef sadece ayıp, suç değil.)
Bunun ardından bir sevinç dalgası yayıldı Twitter’da. İşte hesabını kapatmak zorunda kaldı ya, biz kazandık! Hayır, hiçbir şey kazanmış değiliz. Öncelikle, Twitter kapatılan bir hesabın belirli bir süre içinde yeniden aktifleştirilmesine, hayata dönmesine izin veriyor. İşi magazin olan birisinin Twitter gibi bir araçtan bu kadar kolay vazgeçeceğini düşünmek safdillik olur. Bir süre sonra geri dönecektir.
Daha da önemlisi, konu ister antisemitizm olsun ister Holokost, doğru mücadele yönteminin karşımızdakini susturmak değil, eğitmek olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde hâlâ doğru dürüst bir Holokost eğitimi verilmiyor, müfredata ekleme çalışmaları var ancak çok yavaş ilerliyor. Böylesi bir eğitimin yokluğunda içinde bulunduğumuz ortama hiç şaşırmamak gerekir.
Bu kadar üzüntü Genel Yayın Yönetmeni İvo Molinas’ın geçen haftaki başyazısına da konu oldu, yazısını “(…) saf kötülük hepimizi yordu. Tükendik artık” diye bitirdi. Hani bazı gazetelerde eskiden olurdu, iki yazar köşelerinde polemiğe girerlerdi ya ona özenmek gibi olmasın ama kendisine kısa bir cevabım olacak:
“Hayır, sevgili İvo, tükenmedik. Biz buradayız, belki biraz yorgunuz ama o kadar. Lütfen sen de tükenmeyi aklına bile getirme!”
Enerjimizi emen ikinci olay ise GırGır dergisinde yayınlanan ve Moşe Rabenu’nun maalesef sinkaflı küfürlerle birlikte resmedildiği o rezil karikatür olayıydı.
Buna da hızlı tepki verdik. Yine tepkimizde yalnız değildik ancak bir farkla. Bu sefer tepkiler, ilk olaya tepki verenlerin -deyim yerindeyse- ‘karşı mahallesinden’, muhafazakâr kesimden geliyordu. Özetle “Hz Musa (AS) bizim de peygamberimizdir, kutsalımıza hakaret edilmiştir” diyen tepkilerin büyük bir kısmında talep edilen özür değil, derginin tamamen kapatılması idi.
Dergi bir - iki saat içinde Twitter’da özür diledi. Hemen ertesi sabah da derginin imtiyaz sahibi olan yayın grubunun dergiyi tamamen kapattığını, çalışanlarının tümünü işten çıkardığını ve haklarında suç duyurusunda bulunduğunu okuduk. Hukukçu değilim, ama sıradan bir vatandaş olarak bana çok ağır gelen bir ‘ceza’ bu. Ne yazık ki olay burada da bitmedi. Bu sefer diğer ‘mahalleden’ salvolar gelmeye başladı: “Yahudi lobisi Gırgır’ı susturdu!” Bunu yorumlamayacağım. İçgüdülerim bir yerde eğer mahalle kavgası başlamışsa oradan uzak durmak gerektiğini söylüyor bana. Burada verilen kavga bizimle / benimle hiç ilgili değil.
Eğer sıkılmadıysanız, bu iki olayın bendeki kişisel yansımalarını da anlatayım: Her iki konu bizim toplumumuz içinde de bolca tartışıldı. İlkinde “Holokost’un inkârının düşünce özgürlüğü olarak sayılabileceğini”, ikincisinde ise “Gırgır’daki karikatürün saf antisemitizm olduğunu” öne süren görüşleri toplumumuz bireylerinden duydum. İkisi de doğru değil. Hani yukarda eğitim demiştik ya işte ona önce içeriden başlamak gerekiyor, bu kesin.
************