Trump yönetiminin Ortadoğu politikası şekillenirken, İran karşıtı cephe de giderek netleşiyor.
Geçtiğimiz haftaya damga vuran Münih Güvenlik Konferansında Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve İran tarafından önemli mesajlar verildi. Murat Yetkin’in Hürriyet’teki yazısından öğrendiğimiz kadarıyla bu dört ülke ‘Eski Krizler ve Yeni Ortadoğu’ başlıklı panelde bir araya geleceklerdi ancak konuşmacı sırasında anlaşma sağlanamayınca panel iptal edildi; yerine her ülkenin temsilcisi ayrı ayrı konuşma yaptı.
Münih Güvenlik Konferansı 1963 yılından bu yana dünyanın dört bir yanından üst düzey devlet adamları, diplomatlar ve güvenlik uzmanlarını bir araya getiren, uluslararası toplumu hedef alan güvenlik tehditlerinin masaya yatırıldığı ayrıcalıklı bir tartışma platformu. Konferansı önemli kılan, program dahilinde düzenlenen toplantılardaki resmi mesaj alışverişi kadar, perde arkası kulis notları. Tüm bunlar önümüzdeki dönemin küresel güvenlik parametrelerini okumak adına ipucu olarak kaydedilir.
Bu sebeple, konferansta Ortadoğu güvenliğine ilişkin yapılan açıklamalar da bir hayli önem taşıyor.
Kürsüye gelen İran Dışişleri Bakanı Cevad Zarif, konuşmasında gerek küresel gerekse bölgesel güvenlik ilişkilerinin sıfır toplamlı olmadığını, bu konuda yeni bir bilişsel yaklaşıma ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Batı-sonrasına1 evirilen bir geçiş süreci yaşadığımızı söyleyen Zarif, bu dönemde bölgesel güvenliğin ancak tarafların kurulacak yeni düzende söz hakkı olduğu takdirde sağlanabileceğinin altını çizdi. Bu bağlamda Körfez ülkeleriyle diyaloğu geliştirmek amacıyla ortak amaçlar ve prensipler üzerinden bir forum başlatılmasını teklif etti.
Ancak belli ki yakın zamanda balistik füze denemesi yapan ve Yemen’de Şii Husilere füzeleri Riyad’ı hedefleyecek şekilde konumlandırdığı iddia edilen İran’ın Dışişleri Bakanı’nın güvenlik ve istikrara yönelik açıklamaları ikna edici bulunmadı.
Program akışında konuşma yapan İsrail Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, “1948’den beri ilk kez Arap ülkeleri en büyük tehdit olarak İsrail, Yahudiler ya da Siyonizmi değil; İran ve vesayetlerini görüyorlar” dedi.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ise İran’ın bölgede izlediği mezhep politikaların, bölgesel istikrarı baltaladığını; İran’ın, Suriye ve Irak’ı Şii yapmak istediğini ve bunun çok tehlikeli olduğunu söyledi.
Son olarak Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Adel Bin Ahmed Al Jubeyr, daha sert bir üslupla, İran’ı ‘en büyük terör destekçisi ülke’ olarak gösterdi; IŞİD’in bugüne dek hedef almadığı tek ülke olmasının da düşündürücü olduğunu ekleyerek...
Münih Güvenlik Konferansına eş zamanlı olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Bahreyn, Suudi Arabistan ve Katar’ı içine alan bir program kapsamında Körfez ülkeleriyle temaslarda bulunması ve benzer mesajlar vermesi dikkat çekiciydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahreyn’de yaptığı konuşmada İran’ın hem Suriye, hem Irak’ı bölmek isteyen mezhepçi politikalarına ağır eleştirilerde bulundu. Ve hatta Pers milliyetçiliğinin önünü kesmek gerektiğini ifade etti.
Aynı dönemde İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin Umman ve Kuveyt ile temaslarda bulunmasını, bölgesel bir güç mücadelesinin açık göstergesi olarak okumak mümkün.
Türkiye’nin sert açıklamaların ardından İran’dan cevap gecikmedi. İran hükümet sözcüsü, “Türkiye konusunda sabırlı davrandıklarını ancak bu tip ifadeler tekrarlandığı takdirde susmayıp, karşılık vereceklerini” söyledi. Türkiye’nin Tahran büyükelçisi de konuyla ilgili açıklama yapmak üzere dışişlerine çağrıldı.
Aslında bir süredir, özellikle ABD’de Trump yönetiminin başa gelmesiyle birlikte İran konusunda daha sert bir yaklaşım benimseneceği bekleniyordu. Türkiye, hâlihazırda Şii hilalini dengelemek amacı güden, Sünni Arap Devletleri ve de fakto olarak İsrail’i de içine alan ittifakın parçası. Gerek Suriye gerekse Yemen konusunda Suudi Arabistan çizgisini paylaşıyor. Son dönem Rusya ile yakınlaşması sonucu Beşar Esad yönetiminin başta kalmasını kabul etmesini bir kenara koyarsak...
Öte yandan 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Türkiye’yi arayan devletlerin başında İran vardı. PKK konusunda hassasiyetini paylaşan İran ile gerek komşuluk ilişkileri ve gerekse Suriye’nin geleceğine ilişkin pazarlıklar birtakım dengelerin gözetilmesini gerektiriyor. Bu bakımdan İran’la sertleşme yönünde baskı arttıkça Türkiye’nin zorlanması kaçınılmaz.
ABD Ortadoğu’nun güvenliğini şekillendirirken bölgede İran’a karşı denge sağlayacak devletlerle işbirliği yapma yoluna gidiyor. Arap ülkelerinin demokrasi, insan hakları gibi konularında sicilinden bağımsız, çıkar odaklı ilişkiler siyaset sahnesine geri dönüyor.
Türkiye de bu arada Mısır ile Suudi Arabistan’ın arasının açık olmasından doğan fırsatı iyi kullanarak sivrilmeye çalışıyor. Mısır ile Suudi Arabistan arası ilişkiler, Sisi hükümetinin Ekim 2016’da, Rusya’nın Suriye’de rejim kaynaklı hava saldırılarına değinmeyip, salt ateşkes ve insanı yardım çağrısı yapan BM yasa tasarısına destek vermesinden bu yana gergin. Suudi petrol şirketi Aramco BM tasarısı ardından Mısır’a taahhüt edilen petrol yardımını askıya almıştı. Mısır ile Suudi Arabistan gerek Suriye gerekse Yemen konusunda ayrışıyor. Mısır, Suriye’de Esad’lı statükodan yana, Yemen’e ise Suudilere destek olarak asker göndermeyi reddetmişti.
Bu denklemde Mısır ile köprü vazifesi kuran aktör İsrail. Gazze’de Hamas ve Sina’daki IŞİD varlığından kaynaklı ortak güvenlik tehdidi Mısır ile İsrail’i işbirliğine teşvik eden faktörlerin başında geliyor.
Arka plandaki tüm gelişmeler doğrultusunda, Ortadoğu’da cepheler günden güne netleşirken, oyunun daha da sertleşip sertleşmeyeceği Trump yönetiminin İran’la nükleer anlaşma konusundaki tavrına bağlı.
1 Münih Güvenlik Konferansı 2017 raporu, post-west kavramı ile Batı ittifakının liberal demokratik düzene liderlik etme gücünün zayıflamasına ve buna mukabil yeni bir dünya düzeninin şekillenmekte olduğuna atıfta bulunuyor.